OL Kuş uçtu, kervan geçti, kın delindi, diş çıktı, güz geldi, yaprak düştü, tarih göçtü, insan doğdu, yer yarıldı, içine girdi, dı

Denizin çığrışı bütün yerküreyi sağır etti. Kara bacaklı martıların akşam yemeği telaşına denk geldi. Korsanlar komünal düzenlerin

OL

OL

Kuş uçtu, kervan geçti, kın delindi, diş çıktı, güz geldi, yaprak düştü, tarih göçtü, insan doğdu, yer yarıldı, içine girdi, dışına çıktı, söz dillendi, göz gördü, gönül koydu, yağmur dindi, mektup geldi, zarfı yırttı, tohum çürüdü, ağaç oldu, meyve verdi, böcek yedi, güneş tutuldu, insan unuttu.

            Yokluğun yokluk olduğu zamanlarda, bir adam ve bir evi varmış. İlkin tarla sanmış her toprak parçasını. Ekmiş, biçmiş ve umut etmiş. Toprak vermemiş ona hasadını. Elleri kafatasının arasında küsüvermiş tüm inanışlara. Dilden dile, diyardan diyara, baştan sona anlatmışlar bu adamın hikâyesini. -Ölmüşlerin canına değsin- deli derlermiş bu insancığa.

            Gelgelelim anlatılan bütün peri masallarında bir köy ve yalnızlık vardır. Bu hikâyede ise köycük ve yalnızcık vardır. Hangi zaman diliminden geldiği belli olmayan bu adam, tüm meraklı bakışlara aldırmadan geçmiş meydandan. Dedikoducu yaşlı kadınlar: “HU HU” diye nara atmış camların kenarlarına. Kimine göre asker kaçağıymış, kimine göre tam dört kişiyi vurmuş. Çaylar şıkırdamış mevzunun hararetiyle. Köyün korucusu duymuş bir yerlerden: “Babası sevdiği kızı vermeyince meczup olmuş, vurmuş kendini dağlara.” “Yok yok!” diye atılmış muhtar: “Kanlıları peşindeymiş.” Kırıkçı-çıkıkçı Naciye Teyze’ye göre ise “cinliymiş”. “EVLERDEN IRAK” diye bağırtı kopmuş.

            Yel gelmiş, sel başmış, yıllar geçmiş, alışmışlar bizim deliye. Artık çocuklar arkasından bağırmıyor, onu görenler besmele çekmiyormuş. Yatağından kalkıp göğü içine çekmiş, nefes diye. Kapıdan adım atar atmaz saksağanlar dadanmış masasına. Selam sabah kelam etmiş ayıp olmasın diye. Su çekmiş kuyusundan ibriğe. Gün kızarmış tepelerin ardında. Zerdüştlere gülümsemiş iki dudak mesafesinden. Almış başını gitmiş çayıra. Biraz şifalı ot koymuş boş heybesine. Uç uç böceği uçurmuş uçurumun dibine. Bir hoş rüzgâr esmiş dalgasız saçlarına. Dünya insan olsa kucaklarmış belinden. Dünya insan olmamış, insan toprak olmuş. “Kaç kilo çeker bu yeryüzü?” diye saymış parmaklarıyla. Elleri çatlak, gözü dalgın, gövdesi titrekmiş. Halat bağlamış tepeciklere. Çekmiş yükün kahrını çuvalına. Ağır gelmiş çiçeklerin kökü kollarına. Halatını toplamış mağrursuz bir şekilde.

Yol bilmez iz bilmez derlermiş ama kıymet bilirmiş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe küs gitmiş. Elleri belinde, diriliği dizlerinde seyretmiş evciğini. Kin tutmadan gönül kırmadan başlamış hatırlarını emzirmeye. -Anlatılanlar şöyle dursun- o da unutmuş nereden geldiğini.

            Eve her şey sığar da evciğe bazen bir insan sığamaz. Yük çekilir de insan kendini zamana sığdıramaz. “Şey’in yaratılmadığı, zamanın  tıkırdamadığı karanlık varmış. “Ol” demiş Tanrı, olmuş… Su varmış bütün mitoslarda. Bu adamın suyu varmış, ambarı yokmuş. “Ol” demiş boşluğa. Olmamış… “Sabah vakti denemeli.” demiş bahçesine seslenerek.

            Sabah olmuş, kızıl gelmiş, çiçek açmış, kuş avlanmış. Tam otuz iki odun kesmiş heybetli ormandan. Bir odun çakmış avlunun ortasına. İrkilmiş toprak kalp kırıklığıyla. “Eyvah” diye çığlık basmış yabani otlara. Otlar götürmüş sesi kapılara. Kapılarda bekleyen huysuzlar, kulaklara fısıldamış. Kulaktan kulağa, dilden dile, elden ele gitmiş. Elden kuyuya, kuyudan suya varmış. Gücendirmiş yaratılmış dervişleri. Söz vermiş incitmeyeceğine. Yeminler etmiş eli bağrında.

            Yine bir sabaha doğrulmuş. Kuşlara selam vermeden önce çökmüş dizlerinin üstüne. “Ben yaratıldım, haddime değildir yaratmak. Bana müsaade et, bir küçük ambar yapayım da yükümü dökeyim affına sığınarak.” demiş. Masal bu ya Zümrüdüanka dökmüş başından aşağıya küllerini. Avuçlamış merhameti şükür niyetine. Tam otuz iki odun dikmiş toprağa. Soymuş derisini lime lime. Geçirmiş üstüne ambarın. Hasan Sabbah’ın kalesine benzer diye ürkmüş önceleri. O, “cennet” yaratmıştı, adam ise insan yükü. Hayvan çeker yükü, insan gam toplarmış. Affedilmenin verdiği huzurla bırakmış kendini toprak ananın bedenine. Ne zamandır baygın yattığını bilmeden dikilmiş gölgesine. Daha önce tatmadığı bir arzuyla başlamış avuçlarını birbirine çarpmaya. Bunu gören Hacı Baba “Aklı noksan bu yavruya yardım et Yarabbi!” diye duasını salmış göklere. Dua yerini buldu mu bilinmez ama iyi niyet ekilmişti bir kere.

            Yüzyıllar geçmişti üveyiklerin kanat çırpmasıyla. Yaşlılar ölmüş, torunların torunları yaşlanmıştı yine. Köycük aynı yerinde, teyzeler yine camlarda, adam avlunun ortasındaymış. O kadar çok değişerek anlatılmış ki hikâyesi, ilk hâlinden eser yokmuş. Bir gün muhtar kahvenin ortasında başlamış söylentiye: “Dedem anlatırdı, bunun ailesi çok zenginmiş, bir eli yağda bir eli balda büyümüş. Bir gün babasıyla kavga etmişler, çekmiş vurmuş babasını. Zavallı anası dayanamamış bu acıya, atmış kendini damdan. Bu da o gün bugündür dolaşırmış diyar diyar. Yaşlanmazmış ama Allah onun canını almamış ki her gün azap çeksin diye.” Ahali “CIK CIK CIK” diye tragedya icra ederken Hasan Çavuş “Amma yaptın be! Ninem söylediydi, bu bir gün hastalanmış. Hekim yetişmiş ama yanlış ilaç vermiş, zavallıcık delirmiş öyle. Kulak misafiri olanlar “YAZIK VALLAHİ” diye dizlerini dövmüşler.

            Adamcağız geçmiş meydandan. Kaçışmış köylüler ayaklarını vura vura. Çıkmış derenin yamacına. Suya bakmış, ah etmiş kulaklarında bir sancıyla. İnsanoğluna dair tek bir izin kalmadığı bu yamaçta haykırmış dağlara taşlara. “Ben zamana şahitlik ettim, kazıklarımı çaktım, derimi geçirdim etrafına. Ey yaratılmışların yaratanı! Bana izin ver bırakayım damarlarımda dolaşan yükümü. Herkes öldü, ben dirildim, etimle kanımla… Bir parça çıdam kaldı ruhumda. İzin ver bana, bırakıp gideyim.

            Gökten bir ışık inmiş ağacın gövdesine. Yarılmış baştan başa zaman denen döngü. Işık başına vurmuş, çulluklar kaçışmış. Ayaklarını sürüye sürüye varmış yine bahçesine. Ambarın kapısı açık, bulutlar nar gibi kızarmış. Söğüdün gölgesi dile gelmiş. “Oldur.” demiş adama. Nebatat boynunu eğmiş. Adam içeriden bir mektup getirmiş. Tozunu silince elleri kararmış. Kapıya bir yazı yazmış. “Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu ölümlü yaratılmıştır.”  Bu yazıyı bir yerden hatırlamış ama bunu düşünecek zamanı yokmuş. “Bak, kemiklerime bak… Bütün çağlara şahitlik ettiler. Eklemlerim artık dikiş tutmuyor. Kulaklarım ninnilerin ve ağıtların anasıdır. Tepeleri çekemiyor bileklerim, saçlarımın beyazı kapkaradır. Yükün yükümdür, dirin dirim. Çiçekler içsin zerrelerimi. Yaşlı bir şaman körlüğündeyim. Yakamdan damlıyor ızdıraplarım. Beni azat et…” diyebilmiş.

            Hacı Baba’nın da duası ulaşmış olmalı. Adam yavaşça okşamış bir ebabili. Torbasına uzanmış usulca. Yürüdüğü yolları koymuş ambarına. Vedalarını eklemiş üstüne. Onu unutanları da sığdırmış içine. Koparıp canını acıttığı çiçekleri yığmış üst üste. Daha çok yer varmış içeride. Kinlerini seçmiş tek tek. Su verdiği hayvanların minnetini iliştirmiş kapıya. Gönlündeki kırıkları dikmiş elleriyle. Dolmamış bir türlü odalar. Diz diplerindeki ağlamaları da eksik olmamış burada. “Amalar” sırasını bekliyormuş. Küfürleri utana sıkıla aralara sıkıştırmış. Verilen sözleri gözlerini kaçırarak üflemiş kapıdan. Hayran olduğu gözü sürmeliyi öpmüş. Kıyamet kopmuş, kapının dışında kalmış.

Kuş kondu, kervan soluklandı, kın dikildi, diş kırıldı, bahar geldi, yaprak yeşillendi, tarih yazıldı, insan öldü, yer kabuklandı, içine çıktı, dışına girdi, söz sustu, göz kör oldu, gönül verdi, yağmur başladı, mektup gönderdi, zarfı yapıştırdı, tohum filizlendi, ağaç çürüdü, meyve kurtlandı, böcek acıktı, güneş çözüldü, insan hatırladı. “Oldu”.          

ANIL TOPÇU

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


Yağmurlu Hava

Sokağın ve aynı zamanda dünyanın tam ortasında bütün gücüyle asfaltı süpürüyordu.

“Zaten yağmur yağıyor, uğraşma.” dedim.

“Yine uyanmışsın, günaydın.” dedi.

ANIL TOPÇU

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ARAF

Önce sözün dişlediği bir tümceydim.
bozuldu…
Kalktım utanmadan sesleri ilikledim.
Bir de yırtık,
Sökük.
Gövdemde kurumaya yüz tutmuş
Ayıp bir yüzsüzlük.

Çukurlar…
En dibinde her adım yükseliş sayılırmış.
Yüküm ağırmış, çekemeyince öğrendim.

“Her kanat çırpar”, dediler.
Ötüşü yarımmış söylemediler.

Bir gece -ansızın- çöktü karanlık iliklerime.
Kuru kovuklara sığındım.
Böceklerle yüzleştim.
Terslediler.

Şimdi bir yola hasret çekiyorum,
Çatallı ama çıkmazmış.

İki cümlenin arafındayım
Varla yok arasında
Yokta yakın,
Varda uzak,

ANIL TOPÇU

SAKSILIK

En çok sardunyaları seversin bilirim. Çiçekçi fiyakalı elbisemden anlamış olacak ki ilişmedi hiç. Yalnız biraz papatya tutuşturmak istedi göz ucuyla. Peki ya karanfil de koysam mı yakama? Biraz bahçe toprağı rica ettim. “Saksılık” değildir, diye ekledim. Göz göze geldik aynayla. Göğüs kafesim durmaksızın çatırdıyor, kravatım yerini yadırgıyordu. Bütün buluşmalarımız benim için vuslat hazırlığında geçer. Sen her şeyi yerli yerinde seversin, ben bütün ayrıntıları hesaplarım. Bilirim ki bir bahar ortasında, saat hep akşamüstüne gebeyken seversin saçlarını açmayı.

Nihayet vakit geldi, koşaradım girdim kapıdan. Zaman hep sevdiğin gibiydi. Bekçi gösterdi yerini. Önce “saksılık” olmayan toprağı ekledim toprağının üstüne. Sonra sardunyaları, papatyaları ve karanfili ektim mermerinin hizasına. Saçların ne halde bilmiyorum.

ANIL TOPÇU

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

TELDEN SESE GİDİŞ

Dirilen ve uzayan yollar köksüzlüğüme
müjdelendiğinden beri…
Taşkın bir angaryayım.
İkibaşıma sade karanfil aradığımı bilirim
Varmaktan ziyade ulaşma eşiğinde,
Kansız bir savaşın ortasında,
İnançsız itimadın kıyısında,
Hatırlama eyleminin edilgen hâliyim.

Kollarından tutulmuş,
zorba,
lüzumsuz
korkak
Ve âmâ

Her söküme karşı bıçkın dikişlerim var.
Dilden bırakılan sese/sözüm yok.

Yanlışlıkla çağ kapatmışım.
Açmayı unuttum.
Zamanı “ah” etmek tebliğ edildi.
Bunu sabırlı bir balıkçıya bıraktılar.

Yaratımın her ayrıntısını düşledim.
Kırık çizgilerle…
Doldu.
Taşkınlığım üzere.
Birbaşıma çöllerin avucunda
Yine bir karanfil arzusunda.
Boşluktan yaşlıymışım
müjdelendiğinden beri.
Hatırladım yüzün cama döndüğünü
Telden çıkan sese doğru.
İstikametinde başka bir kabul…
İçimde bir katre öfke bana doğru.
Yoldasın, göğe doğru.
Yıkılmış enkazım doğurdu.

Bilir/im/sin/ler
Bina devrilir, insan ölür.
Göz devrilir, hiç olur
Hep ölür/üm

ANIL TOPÇU

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ZİFİRİ

Bıçkın bir kaldırımın ortasında buluvermiştim kendimi. Tren raylarının bıraktığı izlere bakıyor, bunun buradan geçmemesine dair kendimi iknaya şahlanıyordum. Yanlış yerde duran şeyler daima içime huzursuzluk üflerdi. Rayları dedim alıp kondursam mı çığsız bir dağ yamacına. Yoksa kaldırımı mı taşraya kursam. Belki de kendi yerim yanlıştır. Diksem dedim gökyüzüne, örsem iki düz bir ters. Bütün seçenekler masadaydı, ben yerdeydim. Önceleyin bir gölge düştü kaburgama. Zifiri karanlıkta “bu ne gölgesi” diye doğruldum kucağıma. Besbelli bir ebabildir bu diye hayretlere vardım. Işık yoktu, gölge vardı, kimsecikler kaldı.     

Çözmem gereken meseleler kıs kıs gülüyordu şahdamarıma. Zoruma gitmesin diye kalkıp ceketimi iliklemek istedim. Önümde duran çöp kutusunu mitolojik kahramanlar gibi sardım. Bir gayret, bir gayret, bir gayret derken dirildim. Göz göze geldik tekir kediyle. Çok korkutmuş olacağım ki gökyüzüne yuvarlandı. Gönlümü almamış kim varsa hepsinin selamıyla uzattım elimi. Avuçlarıma kondu. Af diledim. Kırgınlıklara atıfta bulunarak öptü parmaklarımı. Veda busesini gömleğimin cebine iliştirdim. Artık sadece biraz daha yürümek ve köprülere tutunmak istiyordum. Ellerimle dizlerimi kavuşturup hasret gidermelerini sağladım. Her şey hazır ben nazırdım. Varılacak noktayı kestiremesem de çoban yıldızına giderim diye düşündüm en kötü ihtimalde. Mütemadiyen aynı yöne gidersem yine aynı yere varırım, kendime kavuşurum en iyi ihtimalde.

Oldum olası aradığım şeyleri bulmakta zorluk çekerdim. Sonra bir gün bir tavsiye verdi annem. “Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi.” dersen aradığını bulursun dedi. Hiçbir zaman hiçbir şeyde yanılmazdı. Yıllar boyu bu tekerlemeyi söyleyip aradıklarımı buldum. Bunun sözcüklerle ilgisi yoktu elbette, yine haklı çıkması için buldum her şeyi yerli yerinde. Fakat Sevgili Anneciğim, uykumu şeytan ne yapsın, üstelik satılığa çıkarılacak bir şey değil bu. Ben yine de sözünü dinliyorum, -sakın yanlış anlama- tekerlemeni söyleye söyleye geziniyorum koyuluklarda. Çok defa karanlık kızıla çalarken güneşe yalvardım. -Bilirim- beni güçsüz görmeyi hiç istemezsin. O yüzden yalvarırken yerlere kapanmadım, kuşluk vaktinin selamını sıkıştırdım araya. Öğrettiğin gibi ekmekleri ısladım önce, her gagaya eşit paylaştırdım. Hatta Bağ Bozumu Tanrısı Dionysos’a sunulan tragedyalar gibi adadım kendimi. Herhalde benim dileklerime sıra gelmedi. Kolay değil ki milyarlarca insanın isteklerine yetişmek. Ben yine de çok şey istememeye dikkat ediyorum, haddimi aşarsam çok gücenirsin bana. Her şeye rağmen ortada bir haksızlık yok mu sence de? Bugüne kadar kimsenin toz tanesini bile izinsiz üzerime kondurmamışımdır, yürürken hiç yaprak koparmadım mesela. Bütün bunlara rağmen ihtiyacı olan biri aldıysa üzülmem hiç -orası ayrı-.

Şimdi sen merak ediyorsundur, ne zamandır böyle diye. Anlatayım: Altı yüz elli bir gün önce başladı. “Kurban” diye bir film izledim. Hani ben iki parmağımla çenemi sarar da gözlerimi kısarım, sen de araya girip dalıp gitmemi engellemek için sorularınla yoklarsın ya. İşte o filmlerden… Daldım, gittim, gelemedim. Bir huzursuzluk gömleğini giydim göğsüme, tersten bağlanmış. Çözmek için makas aradım, kollarım yerli yerinde değildi. Çırpınmanın faydası olmadığını anlayınca teslim oldum. Uzandım öylece bulunduğum yere. Gözlerimi kapadım ama kafamın içi kapanmadı. Göz kapaklarımın içini görüyordum. Bir süre sonra tuhaf şekiller gezinmeye başladı. Birbirine ekleniyor, ayrışıyor, damlaşıyordu. Birkaç gün böyle sürüp gitti. İyice alıştım sabahın eşiğinde bulunmaya. Her gün diğer günün üzerine istiflenince ağır geliyormuş insana onu öğrendim. Yavaş yavaş dengem yerini düşüşlere bıraktı. Şöyle bir dinlensem yüküm azalır diye umut etmekten öteye gidemedim. Bana reva görülen bu yoksunluğu mutlaka bir yerlerden hak etmişimdir dedim, aramaya karar verdim. Gasp ettiğim bütün uykuları tek tek bulacak ve iyileştirecektim. Çok sürmedi ruhumu kendimden ayırmam. Süzülüverdim gökyüzüne guguk kuşu gibi. Uykudan uykuya gezdim, verdiğim bütün sancılar yüzüme çarpılıyor, acıyı burnumdan çekiyordum. Meğer ne çok sancı bırakmışım düşlerde. Hepsini öğrendikçe artık isyanımı kenara bıraktım, diyetime denk cezamı hafif bile buldum. Ne kadar süreceğini bilmiyordum ancak bedelini bütün kendiliğimle ödemeye söz verdim.

Aradan çok uzun zaman geçti. Kürek mahkumluğum, sonu olmayan bir okyanusun tam ortasındaydı. Evet, söz verdim. Hiç sızlanmadan çekecektim hepsini. Artık çok yoruldum. Göğüs kafesime kondurduğum bütün yaratılmışlar mutlu olsun diye her şeyimi veririm -bilirsin. Artık dayanacak gücüm kalmadı. Gezdiğim bütün uykularda önce kasıt aradım. Kastenlik yoktu, sadece bir müdafaa meselesiydi. Yine de hak verdim hepsine. Tek tek alnımı değdirdim hatalarıma. Çok sevdiğim bir çakım var ya hani kampa giderken yanımda götürürdüm. Bazı uykularda onunla ayırdım çarpıntılarımı. Alın bakın kara lekesi yoktur dedim, belki biraz zifir kalıntısı vardır. Gezilecek bir gece kalmayınca biraz umutlanmıştım -yalan yok-. Ne zaman ki o umudum da son kalıntısını yok etti ben de yok olmaya başladım. Yine kendim için bir şey istemiyorum ama bir yerden sonra zoruma gitmeye başladı. Bir ben mi kaldım dünyanın öfkesini dindiremediği, zamanın kırbacıyla şişirdiği ten? Kabul ediyorum, bu düzenle hiç anlaşamadık, hep dikine yürüdüm. Ama bunların bedelini zaten insanların kabullenmemesi olarak ödemedim mi? Halbuki ben sadece herkesin aynı nefesi aldığı bir dünya düşlemiştim. En çok yoksulların kursağını dert etmiştim kendime. Hiçbiri olmayacak olsa da düşlemenin ne zararı var? Eğer ki bunlar inanmışlığımın bedeliyse hiç dert etmem. Artık anladım, ben yutulana kadar bu döngü devam edecek. Artık acı duymuyorum, sadece eski suretimi diliyorum.

Kabullenişi içime çektim bu sabah. Aramayı bıraktım, teslimiyetin kucağına uzun bir koşu attım. O kadar uzun süre gitmişim ki geldiğim yeri unuttum bile. Nihayet beklediğim güneşsizlik vakti çöktü. Yıllar önce rüyamda gördüğüm tren raylarına ulaştım. Uzattım kollarımı dağın yamacına doğru. Bir kediyi çok korkuttum. Beni affetti ama sakın endişe etme. Bir köprü arıyordum ya onu buldum sonunda. Korkuluklarına tırmandım iğde ağacına çıkar gibi. Artık bir cevap aramayı bıraktığım için üzerimde bir şey kalmasın istedim. Gömleğimin cebini yokladım. Zifiri bir saç teli çıktı. Kopmuş saçları tutamam aslında. Bunu tuttum nedense. Parmağıma doladım senin tığ iplerini parmağına sardığın gibi. Ebabil kanat çırptı. İnsan almış, satıp öyle getirmiş. Oracıkta uyumuşum. Bir daha uyanmadım.

ANIL TOPÇU

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SU

Denizin çığrışı bütün yerküreyi sağır etti. Kara bacaklı martıların akşam yemeği telaşına denk geldi. Korsanlar komünal düzenlerinin yıkılacağından endişe ediyor, balıkçılar fırtınaya karşı esniyordu. Süngerler uygun adım avcılarına direniyordu. Kıyılara ulak olmuş şişeler birbirine çarpıyor, şıngırtılar damlıyordu. Kesif bir koku vuruyordu lodosun ciğerlerine. Enlem boylam bilmeyen kaptanlar yer seçiyordu haritadan. Çağın öteki yüzünde coğrafi keşifler yapılıyor, köleler pazarlanıyordu. Durmadan okyanusun göbeğini yemleyenler “Ya Sabır!” çekiyordu.

“Su” isminde yaşlı biri peydah oldu iskeleye. Gelene geçene selam veriyor, dillere destan olmak istiyordu. Aksayan bacağını tuttu güneşin öfkesine. Kavrulmuş insan kalıntılarına eklenmek istiyordu belki de. Sokuldu yanına sıska bir taze. “Buyur Bey’im birine mi baktın?” diye gözlerini süzdürüverdi yaşlı adamın üstünde. “Denize bakıyorum, o bana bakmıyor” diye dudak büktü hafifçe. “Gemiye adam lazım, etrafı temizleyecek, götür getir yapacak birileri lazım.” dedi bütün davetkârlığıyla sıska ve köse.  “Adama da gemi lazım.” diye cevap verdi Kızılderili bilgelere benzeyen adam. “Benim adım Su, babam koymuş adımı. Neden sonra öğrendim ben de. Hiç deniz görmemiş hayatında ama sevdası olmuş açılıp gitmek köksüzlüğe. Ben doğunca Su diyelim buna ne çıkar demiş. Tabi ayıplamış ahbapları. Oğlana “su” olur mu hiç, bir yudumda dikerler bunu diye söylenmişler. O günden beri suyun kenarına gelirim. Bir gitmek aşkıdır kavurur içimi, ne yaptıysam da binemedim gemilere.” demiş Su.

Zamanın nereden büküleceği belli olmaz. Kıraat ehli bir papağan “müjde” vermiş maviliğe. Beklenen kurtarıcının haberi tez duyulmuş çın çın taşlarında. Sonunda “Su” suya kavuştu. Güneş telaşından tersine doğuverdi. Kıtlık bitti, savaş gemilerinde toplar patladı. Zor yürüyordu güvertede ama eski topraktır, toprak tanır onu. Deniz de tanıyacak göğsüne bastıracak ve hayat suyunu verecektir elbet. Bir oraya bir buraya köçekleşti yarı yaşında adamlara. Bunca yıl sabır dizili taşı çatlamadı. İnsan bu, yarılır bazen baştan başa. Teri kara damladı vernikli ahşaplara. Sildi durdu, durdu sildi, sildi… Gıkını çıkarmadan aylarca vedalaştı gün ölümünde. Bir mendili vardı; başına yakın, cebine komşu. Sallayıp durdu kollarını köpükleri çatlatırcasına. Bir yer vardı ama başka yer yoktu. Severdi ağaçların gövdesine alnını sürmeyi. Aylardır ağaçlar yoktu, zakkum kokusu burun direğinden hicret etmişti.

Bir insan kolay yetişmiyor. Anneler emziriyor, düşman vuruyor, üstüne basılıyor. -Dertler bir yana dursun.- kimseyi incitmemişti. Belki unutmuştur. O kadar… İnsan direne direne büyüyor. Su, çok büyümüştü. Belleği Afrika’dan daha geniş, bahçesi yaşlıydı. İçinden konuşuyor, dışından taşıyordu. Dümeni tutmak istiyordu söz geçiremediği kendiliğiyle. “Bir gün, dedi. Bu dümeni alacağım sonsuz denizlerle kucaklaşacağım.”

Bir sabah gün doğum sancısı çekiyordu. Kocakarı ilaçlarını merhem edip yüzü suyu hürmetine sürdü. Çıt çıkmıyordu koca gemiden. “Nerede bu sürgün dilsizler?” diye söylendi durdu. Sanki deniz yarıldı içine girdiler. Önceleyin telaşlandı, sonra bir rahatladı. “Herhalde denizkızlarını gelin ettiler, alladılar, pulladılar, süsledi kafirler.” diye homurdandı. Geminin kıçında üç beş tur attı. Çapayı yokladı meraklı bir oğlan çocuğu gibi. Kandaşını uçurumdan çeker gibi çekti. -Görülmüş şey değildir.- Çapa koyverdi kendini kapkara ellere. “Ya sabırlar” çekti tilavetinde. Çapayı değil dünyayı çekti. Bir daha çekti yıldızları gövdesine. Gemi usulca süzüldü çarşaflarda. Muzaffer bir komutan gibi yürüdü kaptan köşküne. Bütün saraylardan daha saray, yaratılmış bütün tahtlardan daha saltanatlıydı. Baktı uzaklara dürbün gözüyle. Kıracaktı dümeni “yelkenler fora” diye eşlik edecekti ona sümsük kuşları. Hep ileri gidecek, asla yarım gönüllerin kafesine girmeyecekti.

Aradan an’lar geçti. Aborjin içgüdüsü bir ada tahayyül etti. Çekti nefesini ayak diplerine kadar. Sur’a üfler gibi savurdu gençliğini. İlkin gözüne zakkumlar gözüktü. Seneler evvel gördüğü dostuna sarılır gibi selamladı başıyla. Sonra kayalıkları gördü. Uzattı denize kollarını, kürek mahkumlarını kıskandırarak çekti suyu geriye. Gemi adaya yanaştı. Su, Toprağa kavuştu. Kumsalında bir çiçek yetiştirmek istedi. Çiçekler tuzu sevmez, o da yapraksız bir gölge düşlemezdi. Bir çağ kapatıp bir çağ açmak istiyordu. Bir çağı kapattı. Şişe vurdu sahiline. Koştu, üfledi, kağıdı kelebek etti. Ayakları delikanlı çağlarındaki gibi dipdiriydi. Kolları tabiatı kucaklayacak kadar güçlü, dişleri ilk insanlar kadar keskindi. Bir koşu tepeye çıktı yalınbacak. Elleriyle kazdığı toprağı. Durmadan kazdı. Öyle bir çukur açtı ki hayat sığardı içine. İçine bir tas su döktü. Babasına rahmet etti, toprağı örttü. Kaldırdı ellerini tüm direnenlerin hatrına. Su, göğe kavuştu. Denizin sonsuz aşkına bıraktı kendini. Denizkızlarına kaçamak bir bakış attı dipte. Süzüldü, süzüldü, su üzüldü.

ANIL TOPÇU

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

YOL

Yolculuklar, başlangıcı ve sonu olan eylemler olarak anlatılagelmiştir. Bir yere varma arzusuna denk düştüğü vakitlerden beri güzergâhlar saplanır damarlara. İnsan yol alır, kuşlar göç eder. Yine bir hicret vakti işlendi kıyılarıma. Bütün tanımları ayaklarımın altına alıp sonu olmayan bir fiile eşitlendim. 8 numaralı koltukta kafamı dünyaya yaslamış, gözlerimi asfalta dikmiştim. Belki bu sefer yanım boş olur umuduyla içeri girenleri süzmeye başladım. Koridorda yürümeye başlayan her kişi benim için davetsiz bir misafir sıfatı yüklüydü. İçime doğmuş olacak ki sıska bir adamın hüviyeti ile yüzleştim. Yüzüne oturmuş gözlüğü belli ki yüzyıllardır aynı yerde duruyordu. Otobüsün ani hareketlerine direnen gözlük kendine bu eşkâli yuva bellemişti. Üstten üç düğme açık beyaz gömleği dünyaya karşı olmakla anılmak istiyordu. Hele ki o çamurla aynı renge sahip pantolonu yok mu yıpranacağı başka bir koltuk arıyordu. Nihayet beklenen an gerçekleşti ve yanıma sokuldu. 7 numaralı koltuğa sahip olduğunu ve bir an önce oturma isteğini dile getirmeden bütün kıvraklığı ile belli etti. Çaresizlik içinde bu davetsize yol verdim, yamacıma kuruldu. Çantasından çıkardığı biletini yaratılmış bütün otobüs muavinlerine gövde gösterisi yaparcasına karşısına iliştirdi. Taze kırılmış umudum yerinde duramıyor, yeni bir devinim için hazırlanıyordu. Kim bilir belki de hiç konuşmadan yol alırdık. Benimki bile bile bir yenilgi elbette. Kim bilmeden yenilmiştir ki?

Yollar hızlandırılmış bir film şeridi gibi gözlerimle dans ederken ümidim yine örselenmeye hazır kıtaydı. Çantadan bu sefer esrarengiz bir şey çıktı. Gizemliydi çünkü defalarca kâğıtla sarılmış, kimse onun ne olduğunu bilsin istemiyor gibiydi. Usulca ve sabırla bütün kâğıtları söktü. Ortaya ise hiç de tahmini zorlamayan bir ihtiyaç çıktı. Yarım ekmeğini ısırmadan önce gözlerini üzerimde meraklı bir gezintiye çıkardı. Kendisinden hiç beklenmedik davudi bir sesle “Yarısını koparayım” dedi. Buna cevap vermeden önce içime küçük bir pişmanlık sımsıkı sarıldı. Bir insan ihtiyacı olan bir şeyin yarısını tanımadığını birine pay ediyorsa o insan bu hayatta payına düşeni almış demektir. Mahcup elmacık kemiklerim sızlarken “Teşekkür ederim, tokum” diyebildim. Hâlbuki içimden ona sarılmak gelmişti. “Yarısını koparmış insan yarasını da koparır insanın.” diye geçirdim içimden. “Biraz vereyim bari, tadına bakmış olursun” dedi. Güçlü surlara sahip kalem artık zedelenmiş, direnmenin anlamsız olduğunu fark etmiştim. Avucunun yarısından hâllice bir parçayı elime emanet etti. Göz göze gelmeye korktuğumdan ısırıp çiğnedim. Küçükken şehirler arası otobüs yolculuklarında annemin asla ihmal etmediği ekmek arası haşlanmış tavuk boğazımdan değil de belleğimde sindirildi sanki. Mecburi istikametimde gerçekleşecek olan mecburi sohbet artık benim için bir borca dönüşmüştü. Her şeye rağmen ilk sözü edecek kadar cesur değildim. Benimle alakalı sorulacak her sorunun cevabı oldum olası tatminsizlik yaratırdı. Sorulan sorulardan değil, verdiğim cevaplardan. Sıska adam son lokmasını da yuttuktan sonra beni biz ızdıraptan kurtardı çünkü söylediği ilk cümlenin benimle alakası yoktu. Bizi kimsenin dinlemediğinden emin olduktan sonra hafifçe eğilerek “Şu 18 numarada oturan kadını tanıyor musun?” dedi. Hayretler içinde dudaklarım birbirine yapışıp konuşma eylemini arıyor pozisyonunu aldı. “Hayır, neden ki?” diyebildim. Neden şaşırdığını anlamadığım bir tavırla “Bak, anlatayım dinle.” dedi. Çaresiz ve anlamsız göz bebeklerimle küçüldüm.

“Bu kadının adı Nazan’dır ancak asıl adını pek bilen yoktur o da Buse’dir. O zamanlar filinta gibi bir delikanlıydım. Askerden yeni dönmüşüm, sağda solda iş arıyorum. Nihayetinde buldum ama bulduklarım bana pek uymadı. Herkes hamallığa yakın işler teklif etti ama ben bir masada oturacağım işler istiyordum. Benimki de nankörlük müdür bilmem ama en azından biraz rahat edeyim istedim. Dile kolay tam yirmi yıl oturacak vaktim olmadı. Rahmetli babamla bağda bahçede kürek sallayıp durduk. Böyle oldu diye hakkım değil midir benim de dinlenmek, biraz nefes almak, yoksa büsbütün kendinibilmezlik midir? Neyse, yine bir gün iş için koşuşturuyordum. Kaldırımda oturmuş eli böğründe yüzünde bir acı birikmiş kadın gördüm. Önce çekindim yanına yanaşmaya. Sonra tutamadım kendimi, “İyi misin bacım?” dedim. Belli belirsiz sözler çıkıyordu ağzından. Sanki inleyerek bir şeyler anlatıyor ama dünya ona kulaklarını tıkamıştı. Oturdum yanına usulca. “Korkma benden sana zarar gelmez, belli ki kötüsün, bırak yardımcı olayım” dedim. Avuçlarını öyle bir sıkmıştı ki içinde sakladığı şeyi kendi dahi görmek istemiyor gibiydi. Birden ellerini açtı, içinde buruşmuş bir kâğıt vardı. Uzattı bana, açtım, okumaya başladım. Karmakarışık bir yazıyla adres vardı içinde. Kafamı biraz zorlayınca adresi bildiğimi anladım. “Buraya mı gideceksin.?” dedim. Hiç ses vermedi. Köylünün eline para geçti mi şehirli gibi harcamaz. Lazım olur diye ucundan ucundan alır. Bu kadın da aynı böyle kullanıyordu kelimeleri. Başını salladı hafifçe. Biz yürümeye başladık. Yolda tek kelime etmedi. Ben sürekli hiç korkmamasını benim ona yardım edeceğimi söyleyip durdum. Bir kuş kedinin elinden kurtulunca göğsü kafesine sığmaz. Pır pır atar da kimsecikler kıyamaz. Gövdesinde ağır bir yük vardı belli ki bir kuş gibi. Nihayet yollar bitti, benim de yolculuğum bitti. Kapıyı tıklattım tam üç kere. Yaşlıca bir kadın açtı, yazmasını telaşla bağladığı  belliydi. Kadını görünce bir kıyamet çığlığı attı. Sevindi mi üzüldü mü derken karşılıklı gözyaşları birbirine karıştı. Yaşlı kadın uzun uzun beni süzdü. Aklına kötü bir şey gelmesin diye anlattım ona durumu. Buyur etti beni içeri. Önce bir karşı çıksam da ısrarına kıyamadım. Omzuma koydu başını minnettar bir arzuyla. “Seni Hızır gönderdi oğlum, ayaklarını öperim senin.” dedi. O kadar küçüldüm ki bu sözler karşısında “Estağfurullah, insanlık öldü mü.” Sözlerini başa sarıp durdum. Ellerini dizlerine koyup anlatmaya başladı.

“Bana Sarı Keriman derler. Bakma saçlarım hiç sarı olmadı ama babama öyle derlermiş. Ondan kaldı bana, ses etmedim, hatıradır babamdan. Ben buralı değilim aslında, gelin geldim yıllar önce. 14 yaşındaydım, evin avlusunda salça kaynatıyordum. Telaşlı, alacaklı gibi kapı çalındı. Jandarma beni görünce ‘Babanı çağır hemen.’ dedi. Dilim nutkum tutuldu. ‘Babam evde yok bağdadır, neden çağırıyorsunuz onu, bir şey mi oldu?’ dedim. ‘Sana iş düşmez, buradan ayrılma bizi bekle.’ dediler. Sanki yüreğime bir bıçak saplandı. Ne yapsam ne etsem diye dönmeye başladım. İkindi vakti oldu, yine acı acı çaldı kapı. Muhtar geldi bu sefer. ‘Keriman, kızım hadi eşyalarını topla’. dedi. Yalvardım ona ‘Ne oldu muhtar amca?’ dedim. Başımı okşadı, benim yüreğime başka bir bıçak daha saplandı. Babam bağdayken husumetli olduğu komşusuyla kavgaya tutuşmuş. Çok ağrına gidecek şeyler işitince çapayı vurmuş adama. Oracıkta ölmüş. Aklını yitirmiş zavallı babam. Kimseye zararı olmazdı, tanısan bilirdin. Haşereyi bile öldürmez, alır toprağa koyardı, öyle yufka yürekliydi. Kim bilir ne söyledi de babam kendini kaybetti. Beni jandarmalar aldı, zarar gelmesin diye halamın yanına gönderdiler. Halam önceleri üzüntüden beni sarıp sardı. Yaralarıma merhem oldu. Gel zaman git zaman her şey değişti. İnsan bu işte, kanın da olsa sığmaz bazen bir yere. Sığdıramadılar beni de. Görücü gelen ilk kişiye verdiler. Benden yaşça büyüktü, dert edemedim. Başında bir damın yoksa her şeyi dert edemezsin kendine. O da önceleri iyi davrandı bana, korudu kolladı. Zaman geçti, yeller esti. Çok işkence etti bana. Ne yapayım, gidemedim bir yere. Çok kere aldım çantamı. Her seferinde çantam kapının eşiğinde kaldı. Oturdum sedire, içimi çektim içime içime. Bir gün elinde bir kundakla geldi karşıma. ‘Bu kızındır, onu kanın belle.’ dedi. Yüreğimde bıçaklar vardı ya, onlar kabuklandı. ‘Kaderindir Keriman, çekeceksin.’ dedim. Gözüm gibi baktım ona, o yavrunun hiçbir suçu yoktu. Rıza Bey’e bir kere hiddetlendim ömrümde. Onda da kızı mektebe göndermeyecek diye. Dikildim karşısına, öyle bir baktım ki yüzüne. ‘Nasıl bilirsen öyle yap.’ dedi. Çekti gitti. Okuttum kızımı göğsümü gere gere. Mektepteki öğretmeni çağırdı bir gün beni. ‘Sözü hiç uzatmayacağım Keriman Hanım, insanlar istemedikleri bir hayat yaşayabilirler. Hepimizin başına kötü işler gelmiştir ama bu kızın bunları yaşamasına izin verme. Onun kocaman bir yüreği, kocaman bir aklı var. Hep koru kolla ki yaşadığını hissetsin. Biliyor musun, geçen gün tenefüste ekmeğinin yarısını arkadaşına verirken gördüm onu. Öyle güzel cız etti ki içim. Biliyorum kendi de açtır ama arkadaşı da açtır. Bana ders oldu, ondan öğrendim paylaşmasını. Bu kızı hiç bırakma olur mu?’ dedi. İnanır mısın oğlum, nasıl sevda büyüdü içimde. Kızım büyüdü, köylere öğretmen oldu. Oralarda nice kızlar yetiştirdi. Buse’yi getirdi bir gün kapıma. Çok kötülük etmişler bu kızcağıza. Annem kollar onu demiş, getirmiş. Pek konuşmazdı, hep önüne bakar içli içli birkaç kelime eder susardı. Hiç üstüne varmadım. Kızımın emanetidir dedim. Bir gün eve geldim. Baktım ki Buse ortada yok. Telaşla aradım, taradım. Komşular anlattılar sonra. Babası olduğunu söyleyen bir adam almış götürmüş. Yine fenalıklar yapacaklarmış ki çekmiş vurmuş o namussuzu. Hem kendini koruduğu için hem de akli melekeleri olmadığı için salıvermişler. Seni Hızır gönderdi de getirdin onu.

Adam gözlüğünden süzülen tuzlu suları bir peçeteye emdirdi. Yol gideli epey uzun zaman olmuştu. Bitki örtüsü değişti, kuşların rengi alacalandı. İçime bir ürperti bağdaş kurdu. Yeteri kadar cümle okumuş bir adamdım ama insan okumak başka meziyetti elbette. İçinde bulunduğum hisleri tarif etmekte zorlanıyor ve kollarım bedenimle köşe kapmaca oynuyordu. Sadece yolculuk yapma eyleminde sıska adam sayesinde edilgenleştim. Yaşamanın ve varmanın gereksinimleri zihnimde büyük bir mücadele veriyordu. Hâlâ benimle ilgili tek soru sormamış olması karşısında yaşadığım bencil arzu yüzünden camda bir yansıma istemiyordum. Tam bu sırada muavin hedefine yoğunlaşmış bir şekilde yanıma geldi. Adama ineceği yerin burası olduğunu söyledi. Bana uzun uzun sarılmak yerine uzun uzun bir acı bıraktı. Dışarıya baktığımda aksak adımlarla bir avluya doğru yol aldığını gördüm. Kafamı boş koltuğa çevirdiğimde buruşmuş bir kağıtla karşılaştım. İçinde bir adres vardı. Bir yere vardım. Kapıyı üç kere çaldım. Kapıyı Nazan açtı.

ANIL TOPÇU

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ADA

Trenler vagonları aramaya gitmişti.

Tekerrür ederdi adımlar.

Coğrafyasına kan doğranmış yerlileri gördü.

Zamansız bir düdük çalındı

Zararsız bir dumandı.

Çürümüş bir el sallandı camlarına

Kesif kokuları vardı kılcal damarlarında

İspinozlar havalandı.

Çağın bataklığı obruktur tabanlarında

Çarmıhı hatırla.

Dikenler dirilmiş avuçlarında

Bir kıyamet ilişti kızıl perdesine.

Motiflerin içinde varlık anlamsızdı.

Bir orman yakasına gül takmış

Karanfilde yoğun kıskanma

Sokaklarından geçiyor bütün tantana

Kıvranıyor saçlarının ortasında.

Kuzeyden bir ücraya denk olmuştu.

Tüm gidilmez ada-larım

Ve

Trenler

Vagonları

Bulamadı.

ANIL TOPÇU

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir