OL
OL
Kuş uçtu, kervan geçti, kın delindi, diş çıktı, güz geldi, yaprak düştü, tarih göçtü, insan doğdu, yer yarıldı, içine girdi, dışına çıktı, söz dillendi, göz gördü, gönül koydu, yağmur dindi, mektup geldi, zarfı yırttı, tohum çürüdü, ağaç oldu, meyve verdi, böcek yedi, güneş tutuldu, insan unuttu.
Yokluğun yokluk olduğu zamanlarda, bir adam ve bir evi varmış. İlkin tarla sanmış her toprak parçasını. Ekmiş, biçmiş ve umut etmiş. Toprak vermemiş ona hasadını. Elleri kafatasının arasında küsüvermiş tüm inanışlara. Dilden dile, diyardan diyara, baştan sona anlatmışlar bu adamın hikâyesini. -Ölmüşlerin canına değsin- deli derlermiş bu insancığa.
Gelgelelim anlatılan bütün peri masallarında bir köy ve yalnızlık vardır. Bu hikâyede ise köycük ve yalnızcık vardır. Hangi zaman diliminden geldiği belli olmayan bu adam, tüm meraklı bakışlara aldırmadan geçmiş meydandan. Dedikoducu yaşlı kadınlar: “HU HU” diye nara atmış camların kenarlarına. Kimine göre asker kaçağıymış, kimine göre tam dört kişiyi vurmuş. Çaylar şıkırdamış mevzunun hararetiyle. Köyün korucusu duymuş bir yerlerden: “Babası sevdiği kızı vermeyince meczup olmuş, vurmuş kendini dağlara.” “Yok yok!” diye atılmış muhtar: “Kanlıları peşindeymiş.” Kırıkçı-çıkıkçı Naciye Teyze’ye göre ise “cinliymiş”. “EVLERDEN IRAK” diye bağırtı kopmuş.
Yel gelmiş, sel başmış, yıllar geçmiş, alışmışlar bizim deliye. Artık çocuklar arkasından bağırmıyor, onu görenler besmele çekmiyormuş. Yatağından kalkıp göğü içine çekmiş, nefes diye. Kapıdan adım atar atmaz saksağanlar dadanmış masasına. Selam sabah kelam etmiş ayıp olmasın diye. Su çekmiş kuyusundan ibriğe. Gün kızarmış tepelerin ardında. Zerdüştlere gülümsemiş iki dudak mesafesinden. Almış başını gitmiş çayıra. Biraz şifalı ot koymuş boş heybesine. Uç uç böceği uçurmuş uçurumun dibine. Bir hoş rüzgâr esmiş dalgasız saçlarına. Dünya insan olsa kucaklarmış belinden. Dünya insan olmamış, insan toprak olmuş. “Kaç kilo çeker bu yeryüzü?” diye saymış parmaklarıyla. Elleri çatlak, gözü dalgın, gövdesi titrekmiş. Halat bağlamış tepeciklere. Çekmiş yükün kahrını çuvalına. Ağır gelmiş çiçeklerin kökü kollarına. Halatını toplamış mağrursuz bir şekilde.
Yol bilmez iz bilmez derlermiş ama kıymet bilirmiş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe küs gitmiş. Elleri belinde, diriliği dizlerinde seyretmiş evciğini. Kin tutmadan gönül kırmadan başlamış hatırlarını emzirmeye. -Anlatılanlar şöyle dursun- o da unutmuş nereden geldiğini.
Eve her şey sığar da evciğe bazen bir insan sığamaz. Yük çekilir de insan kendini zamana sığdıramaz. “Şey’in yaratılmadığı, zamanın tıkırdamadığı karanlık varmış. “Ol” demiş Tanrı, olmuş… Su varmış bütün mitoslarda. Bu adamın suyu varmış, ambarı yokmuş. “Ol” demiş boşluğa. Olmamış… “Sabah vakti denemeli.” demiş bahçesine seslenerek.
Sabah olmuş, kızıl gelmiş, çiçek açmış, kuş avlanmış. Tam otuz iki odun kesmiş heybetli ormandan. Bir odun çakmış avlunun ortasına. İrkilmiş toprak kalp kırıklığıyla. “Eyvah” diye çığlık basmış yabani otlara. Otlar götürmüş sesi kapılara. Kapılarda bekleyen huysuzlar, kulaklara fısıldamış. Kulaktan kulağa, dilden dile, elden ele gitmiş. Elden kuyuya, kuyudan suya varmış. Gücendirmiş yaratılmış dervişleri. Söz vermiş incitmeyeceğine. Yeminler etmiş eli bağrında.
Yine bir sabaha doğrulmuş. Kuşlara selam vermeden önce çökmüş dizlerinin üstüne. “Ben yaratıldım, haddime değildir yaratmak. Bana müsaade et, bir küçük ambar yapayım da yükümü dökeyim affına sığınarak.” demiş. Masal bu ya Zümrüdüanka dökmüş başından aşağıya küllerini. Avuçlamış merhameti şükür niyetine. Tam otuz iki odun dikmiş toprağa. Soymuş derisini lime lime. Geçirmiş üstüne ambarın. Hasan Sabbah’ın kalesine benzer diye ürkmüş önceleri. O, “cennet” yaratmıştı, adam ise insan yükü. Hayvan çeker yükü, insan gam toplarmış. Affedilmenin verdiği huzurla bırakmış kendini toprak ananın bedenine. Ne zamandır baygın yattığını bilmeden dikilmiş gölgesine. Daha önce tatmadığı bir arzuyla başlamış avuçlarını birbirine çarpmaya. Bunu gören Hacı Baba “Aklı noksan bu yavruya yardım et Yarabbi!” diye duasını salmış göklere. Dua yerini buldu mu bilinmez ama iyi niyet ekilmişti bir kere.
Yüzyıllar geçmişti üveyiklerin kanat çırpmasıyla. Yaşlılar ölmüş, torunların torunları yaşlanmıştı yine. Köycük aynı yerinde, teyzeler yine camlarda, adam avlunun ortasındaymış. O kadar çok değişerek anlatılmış ki hikâyesi, ilk hâlinden eser yokmuş. Bir gün muhtar kahvenin ortasında başlamış söylentiye: “Dedem anlatırdı, bunun ailesi çok zenginmiş, bir eli yağda bir eli balda büyümüş. Bir gün babasıyla kavga etmişler, çekmiş vurmuş babasını. Zavallı anası dayanamamış bu acıya, atmış kendini damdan. Bu da o gün bugündür dolaşırmış diyar diyar. Yaşlanmazmış ama Allah onun canını almamış ki her gün azap çeksin diye.” Ahali “CIK CIK CIK” diye tragedya icra ederken Hasan Çavuş “Amma yaptın be! Ninem söylediydi, bu bir gün hastalanmış. Hekim yetişmiş ama yanlış ilaç vermiş, zavallıcık delirmiş öyle. Kulak misafiri olanlar “YAZIK VALLAHİ” diye dizlerini dövmüşler.
Adamcağız geçmiş meydandan. Kaçışmış köylüler ayaklarını vura vura. Çıkmış derenin yamacına. Suya bakmış, ah etmiş kulaklarında bir sancıyla. İnsanoğluna dair tek bir izin kalmadığı bu yamaçta haykırmış dağlara taşlara. “Ben zamana şahitlik ettim, kazıklarımı çaktım, derimi geçirdim etrafına. Ey yaratılmışların yaratanı! Bana izin ver bırakayım damarlarımda dolaşan yükümü. Herkes öldü, ben dirildim, etimle kanımla… Bir parça çıdam kaldı ruhumda. İzin ver bana, bırakıp gideyim.
Gökten bir ışık inmiş ağacın gövdesine. Yarılmış baştan başa zaman denen döngü. Işık başına vurmuş, çulluklar kaçışmış. Ayaklarını sürüye sürüye varmış yine bahçesine. Ambarın kapısı açık, bulutlar nar gibi kızarmış. Söğüdün gölgesi dile gelmiş. “Oldur.” demiş adama. Nebatat boynunu eğmiş. Adam içeriden bir mektup getirmiş. Tozunu silince elleri kararmış. Kapıya bir yazı yazmış. “Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu ölümlü yaratılmıştır.” Bu yazıyı bir yerden hatırlamış ama bunu düşünecek zamanı yokmuş. “Bak, kemiklerime bak… Bütün çağlara şahitlik ettiler. Eklemlerim artık dikiş tutmuyor. Kulaklarım ninnilerin ve ağıtların anasıdır. Tepeleri çekemiyor bileklerim, saçlarımın beyazı kapkaradır. Yükün yükümdür, dirin dirim. Çiçekler içsin zerrelerimi. Yaşlı bir şaman körlüğündeyim. Yakamdan damlıyor ızdıraplarım. Beni azat et…” diyebilmiş.
Hacı Baba’nın da duası ulaşmış olmalı. Adam yavaşça okşamış bir ebabili. Torbasına uzanmış usulca. Yürüdüğü yolları koymuş ambarına. Vedalarını eklemiş üstüne. Onu unutanları da sığdırmış içine. Koparıp canını acıttığı çiçekleri yığmış üst üste. Daha çok yer varmış içeride. Kinlerini seçmiş tek tek. Su verdiği hayvanların minnetini iliştirmiş kapıya. Gönlündeki kırıkları dikmiş elleriyle. Dolmamış bir türlü odalar. Diz diplerindeki ağlamaları da eksik olmamış burada. “Amalar” sırasını bekliyormuş. Küfürleri utana sıkıla aralara sıkıştırmış. Verilen sözleri gözlerini kaçırarak üflemiş kapıdan. Hayran olduğu gözü sürmeliyi öpmüş. Kıyamet kopmuş, kapının dışında kalmış.
Kuş kondu, kervan soluklandı, kın dikildi, diş kırıldı, bahar geldi, yaprak yeşillendi, tarih yazıldı, insan öldü, yer kabuklandı, içine çıktı, dışına girdi, söz sustu, göz kör oldu, gönül verdi, yağmur başladı, mektup gönderdi, zarfı yapıştırdı, tohum filizlendi, ağaç çürüdü, meyve kurtlandı, böcek acıktı, güneş çözüldü, insan hatırladı. “Oldu”.
ANIL TOPÇU
Bir cevap yazın