Manchester by the Sea: Taşınamaz Olanın Ağırlığı Üzerine

İnsan ruhunun en büyük trajedisi, unutamadığı anılarla yaşamaya mahkum olmasıdır. Kenneth Lonergan’ın başyapıtı “Manchester by the Sea”, tam da bu mahkumiyetin en derin, en karanlık sularında yüzen bir anlatı. Film, modern sinemanın en çarpıcı travma hikayelerinden birini anlatırken, bazı yaraların o kadar derin olduğunu gösteriyor ki, iyileşmek adeta bir ihanete dönüşüyor.

Lonergan’ın minimalist yönetmenlik anlayışı, Jodi Lee Lipes’in soğuk ve mesafeli sinematografisiyle birleşince, New England’ın dondurucu atmosferi karakterlerin iç dünyalarının adeta görsel bir şiirine dönüşüyor. Filmin zamanda ileri geri sıçrayan yapısı, travmanın doğasını kusursuzca yansıtıyor: Geçmiş asla geçmiş olmuyor, her an şimdiki zamanın tam ortasına düşüveriyor.

Bazen hayatta kalmak, en büyük direniş biçimidir. Lee Chandler’ın (Casey Affleck) varoluşsal savaşı tam da bu noktada başlıyor. Freudyan psikanalizin “bastırma” kavramını beden bulmuş haliyle karşımızda duran Lee, modern insanın en büyük çıkmazını temsil ediyor: Affetmek mümkündür, unutmak imkansız; yaşamak ise bu ikisi arasında sıkışıp kalmaktır.

Acı, insanı ya daha insan ya da hiç insan yapan tek gerçekliktir. Film bu gerçekliği öyle ustalıkla işliyor ki, Sartre’ın “Cehennem başkalarıdır” önermesi adeta tersyüz oluyor: Lee için cehennem, başkalarıyla gerçek bir bağ kuramamanın ta kendisi. Heidegger’in “dünyaya fırlatılmışlık” kavramı, Lee’nin Manchester’a zorunlu dönüşünde vücut buluyor. İnsan, kaçtığı yere geri dönmeye mahkum edilmiş yegane varlık belki de.

Filmin işçi sınıfı portresindeki incelikli dokunuşlar, bireysel travmanın toplumsal boyutunu da gözler önüne seriyor. Kader, sınıfsal dinamiklerin görünmez eliyle şekilleniyor. Bu noktada film bize şunu fısıldıyor: İnsan, taşıyabileceğinden fazlasını taşımaya mahkum edilmiş yegâne varlıktır.

Lonergan’ın anlatısı, modern insanın varoluşsal çıkmazlarını en çıplak haliyle sergilemeyi başarıyor. Travma, sadece psikolojik değil, varoluşsal bir deneyime dönüşüyor gözlerimizin önünde. Film boyunca hissedilen o dondurucu soğuk, aslında hepimizin içinde taşıdığı o derin yalnızlığın, o kapanmaz yaranın somutlaşmış hali belki de.

Manchester by the Sea, iyileşmenin her zaman mümkün olmadığını, bazı yaraların kanayan birer ağız gibi sürekli konuşmaya devam edeceğini cesurca söylüyor bize. Ve belki de en önemlisi, insanın en büyük trajedisinin bu yaralı haliyle yaşamaya devam etme zorunluluğu olduğunu hatırlatıyor. Çünkü bazen, sadece devam edebilmek bile, başlı başına bir kahramanlık hikayesidir.

ANIL TOPÇU

0

Film Analisti ile Sosyal Medya Editçiliği Arasındaki Çin Seddi

Film analizi, genellikle yalnızca anlatının çözümlenmesi gibi basit bir işlem olarak algılansa da, aslında sinematografi, montaj, diegetik ve diegetik olmayan unsurlar, mizansen, auteur teorisi, semiotikten post-yapısalcılığa kadar uzanan geniş bir teorik yelpazeyi kapsayan, son derece komplike bir entelektüel disiplindir. Bu disiplin, yalnızca film teorisi ve sinema tarihi bilgisi ile sınırlı kalmamakta; izleyicinin filmi anlamlandırma sürecini de içine alan hermenötik yaklaşımları, psikanalitik çözümlemeleri, kültürel ve politik bağlamları da içerir. Dolayısıyla, film analizi yapmak, hem formalist hem de postmodernist bakış açıları arasında gidip gelen çok katmanlı bir okuma pratiğini gerektirir.

Her şeyden önce, film analisti, sinemanın özsel yapısını çözümlemelidir. Sinematografik tekniklerin (kadranlar, plan-sekanslar, çekim açıları, kamera hareketleri) kullanımı ve bu tekniklerin yarattığı anlam ilişkilerini, Christian Metz’in sinemaya dair göstergebilimsel analizlerinden yararlanarak değerlendirmek gereklidir. Burada Eisenstein’ın montaj teorisi ile Jean-Luc Godard’ın atonal kurgusunu karşılaştırmalı bir şekilde ele almak, montajın yalnızca mekanik bir anlatı aracı olmadığını, aynı zamanda diyalektik bir anlam üretme aracı olduğunu ortaya koyar. Bu çerçevede, mizansenin filmdeki sembolik işlevi, mekânın ve dekorun yalnızca görsel estetik değil, aynı zamanda metinsel bir yapı sunduğunu da göz önüne alarak incelenmelidir. Özellikle Jacques Aumont’un mizansene dair çözümlemeleri, bir sahnenin kompozisyonunun, ışıklandırmasının ve aktörlerin mekânda konumlanışının, metinsel alt anlamlar yarattığını gösterir.

Sinema estetiği üzerine tartışırken, André Bazin’in uzun plan kuramı ve derin odak kullanımının analizi de zorunludur. Bazin, montajın sinematik gerçekliği bozduğunu öne sürerek, derin odak ve uzun planların gerçekliği yakalamada daha etkili olduğunu savunur. Bu noktada, “sinema verité” akımıyla paralellikler kurmak ve kurgu üzerine farklı perspektifleri analiz etmek, izleyicinin filmle kurduğu epistemolojik ilişkiyi anlamada kritik bir rol oynar. Deleuze’ün “hareket-imge” ve “zaman-imge” kavramları üzerinden yapılan bir okuma, özellikle modern sinemada zamanın ve mekânın manipüle ediliş biçimlerini anlamlandırmak için elzemdir. Deleuze’ün sinemada zamanın akışını kesintiye uğratan ve ona yeni bir boyut kazandıran “kristal-imge” kavramı, modernist ve postmodernist sinemanın anlatı yapılarının çözümlemesinde temel bir araçtır.

Film analizinde bir diğer önemli boyut, auteur teorisinin doğru bir şekilde anlaşılması ve uygulanmasıdır. Bu teoriye göre, bir yönetmen, tıpkı bir yazar gibi, filmin asıl yaratıcı zihnidir ve filmlerindeki temalar, üsluplar ve anlatı yapıları, yönetmenin sanatsal vizyonunun bir yansımasıdır. Bu bağlamda François Truffaut’nun auteur kuramına dair geliştirdiği fikirler ile Roland Barthes’in “yazarın ölümü” kavramı arasında bir gerilim bulunmaktadır. Analizci, yönetmenin stilistik imzalarını (örneğin Stanley Kubrick’in simetriye dayalı kadranları, Alfred Hitchcock’un gerilim yaratmadaki ustalığı veya Ingmar Bergman’ın varoluşsal temaları) yakalayabilmeli, ancak Barthes’ın metin merkezli analizini göz önünde bulundurarak, metnin bağımsız bir anlam üreticisi olduğunu da kabul etmelidir. Bu noktada, auteur teorisinin post-yapısalcı eleştirilerle nasıl dönüştüğünü ve yeniden değerlendirildiğini tartışmak gereklidir.

Psikanalitik film teorisi, özellikle karakterlerin bilinçdışı arzularını ve travmalarını anlamada önemli bir rol oynar. Sigmund Freud’un rüya teorisi, özellikle David Lynch gibi yönetmenlerin filmlerindeki bilinçdışı temsilleri çözümlemekte hayati bir önem taşır. Bununla birlikte, Laura Mulvey’in feminist film teorisi kapsamında geliştirdiği “male gaze” (erkek bakışı) kavramı, sinemada bakışın iktidar ilişkileriyle nasıl şekillendiğini sorgulayan önemli bir çerçeve sunar. Bu teorik araçlar, bir filmin cinsiyet, kimlik ve toplumsal yapıların nasıl temsil edildiğini çözümlemekte kritik bir işlev görür. Mulvey’in psikanaliz ve film teorisini birleştiren yaklaşımı, izleyicinin özdeşleşme süreçlerini anlamada merkezi bir rol oynar. Film analizinde, bu tür psikanalitik yaklaşımlar kullanılarak, karakterlerin ve izleyicinin arzularının, korkularının ve saplantılarının derinlemesine bir çözümlemesi yapılmalıdır.

Film teorisinde ideolojik çözümlemeler de kaçınılmazdır. Louis Althusser’in ideoloji üzerine geliştirdiği kavramlar, sinemada öznenin nasıl kurulduğunu anlamamıza yardımcı olur. Bir filmin hangi ideolojik araçlar ile seyirciye bir dünya görüşü sunduğu, filmin ideolojik aygıtlarının çözümlemesi ile ortaya çıkarılabilir. Gramsci’nin hegemonya teorisi, filmlerdeki kültürel temsilleri ve bu temsillerin toplumsal yapılarla nasıl ilişkili olduğunu anlamamızı sağlar. Özellikle Hollywood sineması, hegemonik ideolojilerin taşıyıcısı olarak işlev görür ve bu noktada Antonio Negri ve Michael Hardt’ın “küresel imparatorluk” kavramı üzerinden bir analiz yapılması yerinde olacaktır.

Bütün bu teorik çerçeveler ışığında, bir film analizinin yapılabilmesi, yukarıda belirtilen çeşitli disiplinlerin ve teorilerin detaylı bir biçimde bilinmesini ve bunların film üzerindeki izdüşümlerinin doğru bir şekilde yorumlanmasını gerektirir. Analistin, filmin içerdiği her bir anlam katmanını, hem sinema teorisi hem de daha geniş entelektüel çerçeveler içinde yorumlaması, film metninin derinlemesine bir çözümlemesine olanak tanır. Film analizi, sadece teknik ve anlatı unsurlarının çözümlenmesi değil, aynı zamanda sinemanın kültürel, politik ve estetik bir nesne olarak ele alınmasını gerektiren, derin bir kavrayışla yapılması gereken bir sanattır.

Sonuç olarak, sosyal medyada birkaç film editine bakarak kendini entelektüel sananların aksine, gerçek bir film analizi yapmak, çok katmanlı teorik bilgi ve disiplinlerarası bir derinlik gerektirir.

ANIL TOPÇU

0
ADN Bilişim Tarafından Tasarlandı