OL Kuş uçtu, kervan geçti, kın delindi, diş çıktı, güz geldi, yaprak düştü, tarih göçtü, insan doğdu, yer yarıldı, içine girdi, dı

Denizin çığrışı bütün yerküreyi sağır etti. Kara bacaklı martıların akşam yemeği telaşına denk geldi. Korsanlar komünal düzenlerin

BAHÇEDEKİ

Dünyayı ortasından yarmak üzereyken beklemeyi göze aldığını hatırladı. Nihayetinde ceviz ağacı diken kendini ekmiş sayılır. Her darbesinde daha da derine indi. Birkaç yüzyıldır nefes almayanlara göz göze geldi, hepsine selam verip sıkıca sarıldı. Kökleri toprağına karışınca durdu. Dipleri tepeledi. Aklandı. Paklandı. İnandı. Bağdaş kurdu. Koku burnuna vurdu. Efsaneye göre Nihal Hanım; yeryüzünde zuhur edince gezegenlerin yörüngesi değişir, su tersine akar, diller tutulurmuş. Bahçeye kendisinden önce haberi geldi, kuşlar alabildiğince çığrıştı. Güney yarımküreden taze gelen rüzgâr ayağının tozuyla parmaklarına yanaştı. Bazı ortancalar ilk önce görebilmek için birbirini ezdi. İhsan Bey, bu keşmekeşin içinde hafifçe doğruldu. Kırkikindi yağmurlarını avuçladı ve sadece teslim olmaya hazırlandı. Gözleri değdi yüzüne. Güneş damladı bahçeye. Her şey yerli yerine geldi, insan gövdesine kondu. Kolları yaratılmışların biraz üstünde kapılar gibi açık kaldı.

Sınıf farkını göğsünü gere gere ilan ettiği afilli saatine bakıp duruyordu. Fiyakası yerinde, Yeşilçam aktörlerini kıskandıracak gösterişte camekana yansıyan görüntüsünü seyretmeye başladı.  Öyle beğeniyordu ki kendini nergis çiçeği yanında mütevazı sayılırdı. Bir yandan da sürekli zamanı kontrol ediyor ve bekletilme ihtimaline karşı kibirlenmiş kaşlarını yukarı aşağı çekiyordu. Olur da ekilirse bunu gururuna yediremez, belki de arsız bir falcıya dönüşürdü. Öfkesi ile boğuşmak üzereyken beklenen haber geldi. Nihal Hanım, adımını sokağın gövdesine attı. Birkaç damla yağmurun çamurla bütünleşmesini seyredip zarafetin ince dişlerine gülümsedi. Anlatılanlar elbette onun da kulağına gelmişti ancak her şeyi yerli yerinde görmek başka bir haz veriyordu. Yüz yüze gelince zaman kıvraklaşırdı. Yüz yüze geldi, yansımasında kendini kalayladı. Dik duruşunun arkasındaki eğri gösterişle ellerine uzandı Nihal Hanım’ın. “Ay tutulurken bir parçasını ellerine bırakmış” derlerdi. Emin olmak için tekrar tekrar baktı, tekrar tekrar savruldu. İncecik parmakları dudaklarında karşıladı. Filmlerde böyle yaparlardı, gördüklerini yaptı. Hiçbir şey konuşmadılar, yol aldılar.

Hiç alışık olmadığı yerlerde tedirgin adımları omuzlarına yansırdı. Nihal Hanım, kendini yabancı hissettiğini bu sefer göz kapaklarıyla ifade ediyordu. Art arda kırptıkça bir huzursuzluk yayıldı yeryüzüne. Karşısındaki tuhaf gülümseme ile cebelleşiyor ve galip-mağlup denklemine dokunmak istemiyordu. Ardından sandalyesi çekildi ve hazırlanmış bir kol hareketiyle yerine davet edildi. Her şey kusursuzca çizilmiş ve planlanmışa benziyordu. Bunca hazırlanmış curcuna, panayırın ortasında bir gösteriş kuklasını andırıyordu. Nihal Hanım’ın gözlerine bir zapt girişimi vardı. Hazır olduğunu anlayınca iki parmağını birleştirip garsonu çağırdı. “İnsanlar insanları parmaklarıyla çağırmamalı, sessizce davet etmeli.” diye geçirdi içinden. Garsonun “Hoş geldiniz efendim, ne arzu edersiniz?” sorusu karşısında kabuğuna çekilip içine doğru çöktü. Nihal’in karar vermediğini anlayınca “Karar verince seni çağırırız.” Buyurganlığını bıraktı masaya.

“Ne yemek istersin?”

“Bilmem ki, karar veremedim.”

“Ben ikimizin yerine seçeyim mi?”

“Nasıl istersen.”

Elindeki menüye göz gezdirirken coğrafi keşiflerin sorumlusu bir kaptan gibi kendinden emindi. Her adanın kıyısı aynı zamanda başka bir sömürüyle sonuçlanırdı. Yemekleri seçti, Kızılderililere silahlar çekti. İki parmak beş parmağa dönüştü. Üstelik bir bilek hareketiyle bir imparatorluğun derebeyi gibi garsonu tekrar çağırdı. Üzerinde hüküm kurduğunu belli ederek yemekleri hangi sırayla ve nasıl getireceğini anlattı. Nihal Hanım, olup bitenleri sakince seyrediyor ve kendini hiçbir yere ait hissedemiyordu. Neden orada olduğunu sorup duruyor ancak belli ki bir limana sığınmak istiyordu. İnsana bazen sahip oldukları yetmez, daha fazlanın hayalinde sahtece silikleşirdi.

Sesini davudi bir tona alıp kalenin bütün askerlerine meydan okuyordu.    Lafı istediği yere getirme konusunda üstüne yoktu. Bütün gece öyle yaptı, bir pazarlama ustası gibi yıllardır ezberden konuştuklarını masaya sundu. Zamanın gergefi bir hayli gerilmiş, üzerine işlenen motiflerde sadece dikiliyordu. İçinde hiçbir samimiyet barındırmayan düz ve isli motiflerle… Yemekler yendi. Masa doldu. Sözler düştü. Kuşlar göçtü. Yalanlar kaldı. Kazandı. Kaybetti.

Sabah, bütün yorgunluğuyla geceyi tersledi. Nihal Hanım, gözüne batan kirpiklerden oldukça rahatsız olmuştu. Tam otuz yıldır bir ağrıyla uyanıyor ve eklemlerini ovuyordu. Hangi doktora gittiyse hep aynı cevabı aldı “Yıllar…” Bu kadar insan hep bir ağızdan aynı şeyi söylüyorsa bir bildikleri vardır diye geçirdi içinden. “Biraz yürüsem belki açılırım.” dedi kendi kendine. Güneşe dahi saygısı olmayan bu adam uyandırıcılığı es geçip inadına yastıkta kaldı. Dibinde ekşimiş tortuları seyreden Nihal Hanım bir ara aksini gördü. “Yıllar önce o hiç benimsemediği ve hiçbir hücresini ait hissetmediği restorandan çıkıp gitseydi her şey başka olurdu.” diye düşündü. Dile kolay tam otuz yıldır içine hapsolduğu çemberde bir kıyamet çığlığı atıyor ancak kendisi dahil sadece sağır bir çalgıyı andırıyordu. Ne zaman şafak sökse içinde bir şeyleri unuttuğuna dair bir huzursuzluk uyanıyordu. Her gün düşündü ama bulamadı.

Orman yolundan yürürken bazı şeyler kolaylaşıyordu. Bir kitapta okumuştu, yürümenin de bir felsefesi varmış. İnsanların yuva dediği ama içinde hiç var olmadığı tuğla yığını gözden kaybolunca kirpikleri rahatlamaya başladı. İçinden atamadığı sancının adını koyamadığı için ona artık “İyi davranma, iyilikte bulunma.” diyordu. Elbette bunun sebebini bulacaktı ama yürünecek yol uzun, sorulacak soru çoktu. Hafiften başlayan yağmur yüzüne vurunca bir titreme geldi ellerine. Sokağın ortasında tutulmuş ellerine yabancılaştı önce. Bir yabancının bütün yabaniliğinde “Evet” demişti her şeye. Küstah bir işaretinin hücumunda yok olmuştu. Onu tanıyanlar bilirdi “Çok şey istemezdi.” Çok şey istemedi, kör bir limana demirledi. Hiç böyle bir hayatı hayal etmedi. Her şeyi bir yerde durdurabilirdi, tekillikte edilgen kaldı. Birkaç damla tuzu bıraktı toprağa. “Çiçekler küstü.” diye duydu. Yıllardır anlatılan efsanesi artık kulaklarda yoktu. Tekrar duymak için adımlarını hızlandırdı. Sadece yürümek istiyor, havaya karışmak istiyordu. Bütün pişmanlıkları yakasında kaçışlar dudaklarındaydı.

Yürüdü. Durdu. Koştu. Aradan birkaç mevsim geçti. Sonunda bir bahçeye vardı. Bir ceviz ağacının altında oturan adamı gördü. Önce bir çığlık yükseldi. Gücüne gitmişti kuşların. Burada tam otuz yıldır bekliyorlardı. İhsan’la bir göz çukurunda eşitlendiler. “Cevizler büyüdü, seni beklerden düştüler, ben düşmedim” dedi. Nihal neyi unuttuğunu hatırladı. Dizlerinin üstüne çöktü, yutkundu.

“Her gün başka bir sancıyla uyandım. Ne zaman sağıma dönsem kimsesizlik vurdu yüzüme. Bir beden vardı ama içinde huzur yoktu. Çok düşündüm, neden böyle bir hayatın iliklerindeyim diye. Bir gün benimle ilgili anlatıları duydum. Masal kitaplarına girmişim, çok mahcup oldum. Ben seni burada unuttum.”

Nihal eline küreği aldı. Her darbesinde daha da derine indi. Birkaç yüzyıldır nefes almayanlara göz göze geldi, hepsine selam verip sıkıca sarıldı. Kökleri toprağına karışınca durdu. Dipleri tepeledi. Aklandı. Paklandı. İnandı. Bağdaş kurdu. Koku burnuna vurdu. Bahçeye kendisinden önce haberi geldi, kuşlar alabildiğince çığrıştı. Güney yarımküreden taze gelen rüzgâr ayağının tozuyla parmaklarına yanaştı. Bazı ortancalar ilk önce görebilmek için birbirini ezdi. İhsan Bey, bu keşmekeşin içinde hafifçe doğruldu. Kırkikindi yağmurlarını avuçladı ve sadece teslim olmaya hazırlandı. Gözleri değdi yüzüne. Güneş damladı bahçeye. Her şey yerli yerine geldi, insan gövdesine kondu. Kolları yaratılmışların biraz üstünde kapılar gibi açık kaldı. İhsan çukurda kaldı.

ANIL TOPÇU

YÜK

Günün gümbürtüsü dış bükey bir açıdan içeri sokuldu. Boğukça çıkan seslerin bu kadar erken gelmesine alışkın değildim hiç. Aklıma “ya cenaze ya da bayram sabahı olmalı” diye bir fikir dikiliverdi. Kulağıma olabildiğince kabarttım. İşte o an içime bir ferahlık kuruldu. Sadi Dede yine gençlerden şikâyet ediyor, en azından bayramda camiye gelsinler diye söyleniyordu. Sesler daha da anlamlı hale gelmeye başladı. Herkesi en berrak sesiyle duymaya başladım. Kapıdan giren ilk kişi şapkasını verdi, çok sevindim. Ardından gelen ceketini ilikledi üstüme, yetindim. Diğerleri de durur mu hiç, hep eklediler üstüme. Kimi gömleğini tutuşturdu kollarıma. Kimi çantasını bıraktı yamacıma. Üstümde kalabalık birikse de sıktım dişimi, hepsini tuttum. Biliyordum, giderken bu verdiklerini alacaklardı. İnsan giderken hep alacaklıdır. “Keşke bende kalsalar” diye mırıldandım. Döndü Nine halime acımış olacak ki bağırdı mutfaktan: “Askıya koymayın her şeyi, kopuverecek şimdi.”

Anıl TOPÇU

OL

OL

Kuş uçtu, kervan geçti, kın delindi, diş çıktı, güz geldi, yaprak düştü, tarih göçtü, insan doğdu, yer yarıldı, içine girdi, dışına çıktı, söz dillendi, göz gördü, gönül koydu, yağmur dindi, mektup geldi, zarfı yırttı, tohum çürüdü, ağaç oldu, meyve verdi, böcek yedi, güneş tutuldu, insan unuttu.

            Yokluğun yokluk olduğu zamanlarda, bir adam ve bir evi varmış. İlkin tarla sanmış her toprak parçasını. Ekmiş, biçmiş ve umut etmiş. Toprak vermemiş ona hasadını. Elleri kafatasının arasında küsüvermiş tüm inanışlara. Dilden dile, diyardan diyara, baştan sona anlatmışlar bu adamın hikâyesini. -Ölmüşlerin canına değsin- deli derlermiş bu insancığa.

            Gelgelelim anlatılan bütün peri masallarında bir köy ve yalnızlık vardır. Bu hikâyede ise köycük ve yalnızcık vardır. Hangi zaman diliminden geldiği belli olmayan bu adam, tüm meraklı bakışlara aldırmadan geçmiş meydandan. Dedikoducu yaşlı kadınlar: “HU HU” diye nara atmış camların kenarlarına. Kimine göre asker kaçağıymış, kimine göre tam dört kişiyi vurmuş. Çaylar şıkırdamış mevzunun hararetiyle. Köyün korucusu duymuş bir yerlerden: “Babası sevdiği kızı vermeyince meczup olmuş, vurmuş kendini dağlara.” “Yok yok!” diye atılmış muhtar: “Kanlıları peşindeymiş.” Kırıkçı-çıkıkçı Naciye Teyze’ye göre ise “cinliymiş”. “EVLERDEN IRAK” diye bağırtı kopmuş.

            Yel gelmiş, sel başmış, yıllar geçmiş, alışmışlar bizim deliye. Artık çocuklar arkasından bağırmıyor, onu görenler besmele çekmiyormuş. Yatağından kalkıp göğü içine çekmiş, nefes diye. Kapıdan adım atar atmaz saksağanlar dadanmış masasına. Selam sabah kelam etmiş ayıp olmasın diye. Su çekmiş kuyusundan ibriğe. Gün kızarmış tepelerin ardında. Zerdüştlere gülümsemiş iki dudak mesafesinden. Almış başını gitmiş çayıra. Biraz şifalı ot koymuş boş heybesine. Uç uç böceği uçurmuş uçurumun dibine. Bir hoş rüzgâr esmiş dalgasız saçlarına. Dünya insan olsa kucaklarmış belinden. Dünya insan olmamış, insan toprak olmuş. “Kaç kilo çeker bu yeryüzü?” diye saymış parmaklarıyla. Elleri çatlak, gözü dalgın, gövdesi titrekmiş. Halat bağlamış tepeciklere. Çekmiş yükün kahrını çuvalına. Ağır gelmiş çiçeklerin kökü kollarına. Halatını toplamış mağrursuz bir şekilde.

Yol bilmez iz bilmez derlermiş ama kıymet bilirmiş. Az gitmiş uz gitmiş dere tepe küs gitmiş. Elleri belinde, diriliği dizlerinde seyretmiş evciğini. Kin tutmadan gönül kırmadan başlamış hatırlarını emzirmeye. -Anlatılanlar şöyle dursun- o da unutmuş nereden geldiğini.

            Eve her şey sığar da evciğe bazen bir insan sığamaz. Yük çekilir de insan kendini zamana sığdıramaz. “Şey’in yaratılmadığı, zamanın  tıkırdamadığı karanlık varmış. “Ol” demiş Tanrı, olmuş… Su varmış bütün mitoslarda. Bu adamın suyu varmış, ambarı yokmuş. “Ol” demiş boşluğa. Olmamış… “Sabah vakti denemeli.” demiş bahçesine seslenerek.

            Sabah olmuş, kızıl gelmiş, çiçek açmış, kuş avlanmış. Tam otuz iki odun kesmiş heybetli ormandan. Bir odun çakmış avlunun ortasına. İrkilmiş toprak kalp kırıklığıyla. “Eyvah” diye çığlık basmış yabani otlara. Otlar götürmüş sesi kapılara. Kapılarda bekleyen huysuzlar, kulaklara fısıldamış. Kulaktan kulağa, dilden dile, elden ele gitmiş. Elden kuyuya, kuyudan suya varmış. Gücendirmiş yaratılmış dervişleri. Söz vermiş incitmeyeceğine. Yeminler etmiş eli bağrında.

            Yine bir sabaha doğrulmuş. Kuşlara selam vermeden önce çökmüş dizlerinin üstüne. “Ben yaratıldım, haddime değildir yaratmak. Bana müsaade et, bir küçük ambar yapayım da yükümü dökeyim affına sığınarak.” demiş. Masal bu ya Zümrüdüanka dökmüş başından aşağıya küllerini. Avuçlamış merhameti şükür niyetine. Tam otuz iki odun dikmiş toprağa. Soymuş derisini lime lime. Geçirmiş üstüne ambarın. Hasan Sabbah’ın kalesine benzer diye ürkmüş önceleri. O, “cennet” yaratmıştı, adam ise insan yükü. Hayvan çeker yükü, insan gam toplarmış. Affedilmenin verdiği huzurla bırakmış kendini toprak ananın bedenine. Ne zamandır baygın yattığını bilmeden dikilmiş gölgesine. Daha önce tatmadığı bir arzuyla başlamış avuçlarını birbirine çarpmaya. Bunu gören Hacı Baba “Aklı noksan bu yavruya yardım et Yarabbi!” diye duasını salmış göklere. Dua yerini buldu mu bilinmez ama iyi niyet ekilmişti bir kere.

            Yüzyıllar geçmişti üveyiklerin kanat çırpmasıyla. Yaşlılar ölmüş, torunların torunları yaşlanmıştı yine. Köycük aynı yerinde, teyzeler yine camlarda, adam avlunun ortasındaymış. O kadar çok değişerek anlatılmış ki hikâyesi, ilk hâlinden eser yokmuş. Bir gün muhtar kahvenin ortasında başlamış söylentiye: “Dedem anlatırdı, bunun ailesi çok zenginmiş, bir eli yağda bir eli balda büyümüş. Bir gün babasıyla kavga etmişler, çekmiş vurmuş babasını. Zavallı anası dayanamamış bu acıya, atmış kendini damdan. Bu da o gün bugündür dolaşırmış diyar diyar. Yaşlanmazmış ama Allah onun canını almamış ki her gün azap çeksin diye.” Ahali “CIK CIK CIK” diye tragedya icra ederken Hasan Çavuş “Amma yaptın be! Ninem söylediydi, bu bir gün hastalanmış. Hekim yetişmiş ama yanlış ilaç vermiş, zavallıcık delirmiş öyle. Kulak misafiri olanlar “YAZIK VALLAHİ” diye dizlerini dövmüşler.

            Adamcağız geçmiş meydandan. Kaçışmış köylüler ayaklarını vura vura. Çıkmış derenin yamacına. Suya bakmış, ah etmiş kulaklarında bir sancıyla. İnsanoğluna dair tek bir izin kalmadığı bu yamaçta haykırmış dağlara taşlara. “Ben zamana şahitlik ettim, kazıklarımı çaktım, derimi geçirdim etrafına. Ey yaratılmışların yaratanı! Bana izin ver bırakayım damarlarımda dolaşan yükümü. Herkes öldü, ben dirildim, etimle kanımla… Bir parça çıdam kaldı ruhumda. İzin ver bana, bırakıp gideyim.

            Gökten bir ışık inmiş ağacın gövdesine. Yarılmış baştan başa zaman denen döngü. Işık başına vurmuş, çulluklar kaçışmış. Ayaklarını sürüye sürüye varmış yine bahçesine. Ambarın kapısı açık, bulutlar nar gibi kızarmış. Söğüdün gölgesi dile gelmiş. “Oldur.” demiş adama. Nebatat boynunu eğmiş. Adam içeriden bir mektup getirmiş. Tozunu silince elleri kararmış. Kapıya bir yazı yazmış. “Zamanı Tanrı yaşar, insanoğlu ölümlü yaratılmıştır.”  Bu yazıyı bir yerden hatırlamış ama bunu düşünecek zamanı yokmuş. “Bak, kemiklerime bak… Bütün çağlara şahitlik ettiler. Eklemlerim artık dikiş tutmuyor. Kulaklarım ninnilerin ve ağıtların anasıdır. Tepeleri çekemiyor bileklerim, saçlarımın beyazı kapkaradır. Yükün yükümdür, dirin dirim. Çiçekler içsin zerrelerimi. Yaşlı bir şaman körlüğündeyim. Yakamdan damlıyor ızdıraplarım. Beni azat et…” diyebilmiş.

            Hacı Baba’nın da duası ulaşmış olmalı. Adam yavaşça okşamış bir ebabili. Torbasına uzanmış usulca. Yürüdüğü yolları koymuş ambarına. Vedalarını eklemiş üstüne. Onu unutanları da sığdırmış içine. Koparıp canını acıttığı çiçekleri yığmış üst üste. Daha çok yer varmış içeride. Kinlerini seçmiş tek tek. Su verdiği hayvanların minnetini iliştirmiş kapıya. Gönlündeki kırıkları dikmiş elleriyle. Dolmamış bir türlü odalar. Diz diplerindeki ağlamaları da eksik olmamış burada. “Amalar” sırasını bekliyormuş. Küfürleri utana sıkıla aralara sıkıştırmış. Verilen sözleri gözlerini kaçırarak üflemiş kapıdan. Hayran olduğu gözü sürmeliyi öpmüş. Kıyamet kopmuş, kapının dışında kalmış.

Kuş kondu, kervan soluklandı, kın dikildi, diş kırıldı, bahar geldi, yaprak yeşillendi, tarih yazıldı, insan öldü, yer kabuklandı, içine çıktı, dışına girdi, söz sustu, göz kör oldu, gönül verdi, yağmur başladı, mektup gönderdi, zarfı yapıştırdı, tohum filizlendi, ağaç çürüdü, meyve kurtlandı, böcek acıktı, güneş çözüldü, insan hatırladı. “Oldu”.          

ANIL TOPÇU

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Yağmurlu Hava

Sokağın ve aynı zamanda dünyanın tam ortasında bütün gücüyle asfaltı süpürüyordu.

“Zaten yağmur yağıyor, uğraşma.” dedim.

“Yine uyanmışsın, günaydın.” dedi.

ANIL TOPÇU

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ARAF

Önce sözün dişlediği bir tümceydim.
bozuldu…
Kalktım utanmadan sesleri ilikledim.
Bir de yırtık,
Sökük.
Gövdemde kurumaya yüz tutmuş
Ayıp bir yüzsüzlük.

Çukurlar…
En dibinde her adım yükseliş sayılırmış.
Yüküm ağırmış, çekemeyince öğrendim.

“Her kanat çırpar”, dediler.
Ötüşü yarımmış söylemediler.

Bir gece -ansızın- çöktü karanlık iliklerime.
Kuru kovuklara sığındım.
Böceklerle yüzleştim.
Terslediler.

Şimdi bir yola hasret çekiyorum,
Çatallı ama çıkmazmış.

İki cümlenin arafındayım
Varla yok arasında
Yokta yakın,
Varda uzak,

ANIL TOPÇU

SAKSILIK

En çok sardunyaları seversin bilirim. Çiçekçi fiyakalı elbisemden anlamış olacak ki ilişmedi hiç. Yalnız biraz papatya tutuşturmak istedi göz ucuyla. Peki ya karanfil de koysam mı yakama? Biraz bahçe toprağı rica ettim. “Saksılık” değildir, diye ekledim. Göz göze geldik aynayla. Göğüs kafesim durmaksızın çatırdıyor, kravatım yerini yadırgıyordu. Bütün buluşmalarımız benim için vuslat hazırlığında geçer. Sen her şeyi yerli yerinde seversin, ben bütün ayrıntıları hesaplarım. Bilirim ki bir bahar ortasında, saat hep akşamüstüne gebeyken seversin saçlarını açmayı.

Nihayet vakit geldi, koşaradım girdim kapıdan. Zaman hep sevdiğin gibiydi. Bekçi gösterdi yerini. Önce “saksılık” olmayan toprağı ekledim toprağının üstüne. Sonra sardunyaları, papatyaları ve karanfili ektim mermerinin hizasına. Saçların ne halde bilmiyorum.

ANIL TOPÇU

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

TELDEN SESE GİDİŞ

Dirilen ve uzayan yollar köksüzlüğüme
müjdelendiğinden beri…
Taşkın bir angaryayım.
İkibaşıma sade karanfil aradığımı bilirim
Varmaktan ziyade ulaşma eşiğinde,
Kansız bir savaşın ortasında,
İnançsız itimadın kıyısında,
Hatırlama eyleminin edilgen hâliyim.

Kollarından tutulmuş,
zorba,
lüzumsuz
korkak
Ve âmâ

Her söküme karşı bıçkın dikişlerim var.
Dilden bırakılan sese/sözüm yok.

Yanlışlıkla çağ kapatmışım.
Açmayı unuttum.
Zamanı “ah” etmek tebliğ edildi.
Bunu sabırlı bir balıkçıya bıraktılar.

Yaratımın her ayrıntısını düşledim.
Kırık çizgilerle…
Doldu.
Taşkınlığım üzere.
Birbaşıma çöllerin avucunda
Yine bir karanfil arzusunda.
Boşluktan yaşlıymışım
müjdelendiğinden beri.
Hatırladım yüzün cama döndüğünü
Telden çıkan sese doğru.
İstikametinde başka bir kabul…
İçimde bir katre öfke bana doğru.
Yoldasın, göğe doğru.
Yıkılmış enkazım doğurdu.

Bilir/im/sin/ler
Bina devrilir, insan ölür.
Göz devrilir, hiç olur
Hep ölür/üm

ANIL TOPÇU

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ZİFİRİ

Bıçkın bir kaldırımın ortasında buluvermiştim kendimi. Tren raylarının bıraktığı izlere bakıyor, bunun buradan geçmemesine dair kendimi iknaya şahlanıyordum. Yanlış yerde duran şeyler daima içime huzursuzluk üflerdi. Rayları dedim alıp kondursam mı çığsız bir dağ yamacına. Yoksa kaldırımı mı taşraya kursam. Belki de kendi yerim yanlıştır. Diksem dedim gökyüzüne, örsem iki düz bir ters. Bütün seçenekler masadaydı, ben yerdeydim. Önceleyin bir gölge düştü kaburgama. Zifiri karanlıkta “bu ne gölgesi” diye doğruldum kucağıma. Besbelli bir ebabildir bu diye hayretlere vardım. Işık yoktu, gölge vardı, kimsecikler kaldı.     

Çözmem gereken meseleler kıs kıs gülüyordu şahdamarıma. Zoruma gitmesin diye kalkıp ceketimi iliklemek istedim. Önümde duran çöp kutusunu mitolojik kahramanlar gibi sardım. Bir gayret, bir gayret, bir gayret derken dirildim. Göz göze geldik tekir kediyle. Çok korkutmuş olacağım ki gökyüzüne yuvarlandı. Gönlümü almamış kim varsa hepsinin selamıyla uzattım elimi. Avuçlarıma kondu. Af diledim. Kırgınlıklara atıfta bulunarak öptü parmaklarımı. Veda busesini gömleğimin cebine iliştirdim. Artık sadece biraz daha yürümek ve köprülere tutunmak istiyordum. Ellerimle dizlerimi kavuşturup hasret gidermelerini sağladım. Her şey hazır ben nazırdım. Varılacak noktayı kestiremesem de çoban yıldızına giderim diye düşündüm en kötü ihtimalde. Mütemadiyen aynı yöne gidersem yine aynı yere varırım, kendime kavuşurum en iyi ihtimalde.

Oldum olası aradığım şeyleri bulmakta zorluk çekerdim. Sonra bir gün bir tavsiye verdi annem. “Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi.” dersen aradığını bulursun dedi. Hiçbir zaman hiçbir şeyde yanılmazdı. Yıllar boyu bu tekerlemeyi söyleyip aradıklarımı buldum. Bunun sözcüklerle ilgisi yoktu elbette, yine haklı çıkması için buldum her şeyi yerli yerinde. Fakat Sevgili Anneciğim, uykumu şeytan ne yapsın, üstelik satılığa çıkarılacak bir şey değil bu. Ben yine de sözünü dinliyorum, -sakın yanlış anlama- tekerlemeni söyleye söyleye geziniyorum koyuluklarda. Çok defa karanlık kızıla çalarken güneşe yalvardım. -Bilirim- beni güçsüz görmeyi hiç istemezsin. O yüzden yalvarırken yerlere kapanmadım, kuşluk vaktinin selamını sıkıştırdım araya. Öğrettiğin gibi ekmekleri ısladım önce, her gagaya eşit paylaştırdım. Hatta Bağ Bozumu Tanrısı Dionysos’a sunulan tragedyalar gibi adadım kendimi. Herhalde benim dileklerime sıra gelmedi. Kolay değil ki milyarlarca insanın isteklerine yetişmek. Ben yine de çok şey istememeye dikkat ediyorum, haddimi aşarsam çok gücenirsin bana. Her şeye rağmen ortada bir haksızlık yok mu sence de? Bugüne kadar kimsenin toz tanesini bile izinsiz üzerime kondurmamışımdır, yürürken hiç yaprak koparmadım mesela. Bütün bunlara rağmen ihtiyacı olan biri aldıysa üzülmem hiç -orası ayrı-.

Şimdi sen merak ediyorsundur, ne zamandır böyle diye. Anlatayım: Altı yüz elli bir gün önce başladı. “Kurban” diye bir film izledim. Hani ben iki parmağımla çenemi sarar da gözlerimi kısarım, sen de araya girip dalıp gitmemi engellemek için sorularınla yoklarsın ya. İşte o filmlerden… Daldım, gittim, gelemedim. Bir huzursuzluk gömleğini giydim göğsüme, tersten bağlanmış. Çözmek için makas aradım, kollarım yerli yerinde değildi. Çırpınmanın faydası olmadığını anlayınca teslim oldum. Uzandım öylece bulunduğum yere. Gözlerimi kapadım ama kafamın içi kapanmadı. Göz kapaklarımın içini görüyordum. Bir süre sonra tuhaf şekiller gezinmeye başladı. Birbirine ekleniyor, ayrışıyor, damlaşıyordu. Birkaç gün böyle sürüp gitti. İyice alıştım sabahın eşiğinde bulunmaya. Her gün diğer günün üzerine istiflenince ağır geliyormuş insana onu öğrendim. Yavaş yavaş dengem yerini düşüşlere bıraktı. Şöyle bir dinlensem yüküm azalır diye umut etmekten öteye gidemedim. Bana reva görülen bu yoksunluğu mutlaka bir yerlerden hak etmişimdir dedim, aramaya karar verdim. Gasp ettiğim bütün uykuları tek tek bulacak ve iyileştirecektim. Çok sürmedi ruhumu kendimden ayırmam. Süzülüverdim gökyüzüne guguk kuşu gibi. Uykudan uykuya gezdim, verdiğim bütün sancılar yüzüme çarpılıyor, acıyı burnumdan çekiyordum. Meğer ne çok sancı bırakmışım düşlerde. Hepsini öğrendikçe artık isyanımı kenara bıraktım, diyetime denk cezamı hafif bile buldum. Ne kadar süreceğini bilmiyordum ancak bedelini bütün kendiliğimle ödemeye söz verdim.

Aradan çok uzun zaman geçti. Kürek mahkumluğum, sonu olmayan bir okyanusun tam ortasındaydı. Evet, söz verdim. Hiç sızlanmadan çekecektim hepsini. Artık çok yoruldum. Göğüs kafesime kondurduğum bütün yaratılmışlar mutlu olsun diye her şeyimi veririm -bilirsin. Artık dayanacak gücüm kalmadı. Gezdiğim bütün uykularda önce kasıt aradım. Kastenlik yoktu, sadece bir müdafaa meselesiydi. Yine de hak verdim hepsine. Tek tek alnımı değdirdim hatalarıma. Çok sevdiğim bir çakım var ya hani kampa giderken yanımda götürürdüm. Bazı uykularda onunla ayırdım çarpıntılarımı. Alın bakın kara lekesi yoktur dedim, belki biraz zifir kalıntısı vardır. Gezilecek bir gece kalmayınca biraz umutlanmıştım -yalan yok-. Ne zaman ki o umudum da son kalıntısını yok etti ben de yok olmaya başladım. Yine kendim için bir şey istemiyorum ama bir yerden sonra zoruma gitmeye başladı. Bir ben mi kaldım dünyanın öfkesini dindiremediği, zamanın kırbacıyla şişirdiği ten? Kabul ediyorum, bu düzenle hiç anlaşamadık, hep dikine yürüdüm. Ama bunların bedelini zaten insanların kabullenmemesi olarak ödemedim mi? Halbuki ben sadece herkesin aynı nefesi aldığı bir dünya düşlemiştim. En çok yoksulların kursağını dert etmiştim kendime. Hiçbiri olmayacak olsa da düşlemenin ne zararı var? Eğer ki bunlar inanmışlığımın bedeliyse hiç dert etmem. Artık anladım, ben yutulana kadar bu döngü devam edecek. Artık acı duymuyorum, sadece eski suretimi diliyorum.

Kabullenişi içime çektim bu sabah. Aramayı bıraktım, teslimiyetin kucağına uzun bir koşu attım. O kadar uzun süre gitmişim ki geldiğim yeri unuttum bile. Nihayet beklediğim güneşsizlik vakti çöktü. Yıllar önce rüyamda gördüğüm tren raylarına ulaştım. Uzattım kollarımı dağın yamacına doğru. Bir kediyi çok korkuttum. Beni affetti ama sakın endişe etme. Bir köprü arıyordum ya onu buldum sonunda. Korkuluklarına tırmandım iğde ağacına çıkar gibi. Artık bir cevap aramayı bıraktığım için üzerimde bir şey kalmasın istedim. Gömleğimin cebini yokladım. Zifiri bir saç teli çıktı. Kopmuş saçları tutamam aslında. Bunu tuttum nedense. Parmağıma doladım senin tığ iplerini parmağına sardığın gibi. Ebabil kanat çırptı. İnsan almış, satıp öyle getirmiş. Oracıkta uyumuşum. Bir daha uyanmadım.

ANIL TOPÇU

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

SU

Denizin çığrışı bütün yerküreyi sağır etti. Kara bacaklı martıların akşam yemeği telaşına denk geldi. Korsanlar komünal düzenlerinin yıkılacağından endişe ediyor, balıkçılar fırtınaya karşı esniyordu. Süngerler uygun adım avcılarına direniyordu. Kıyılara ulak olmuş şişeler birbirine çarpıyor, şıngırtılar damlıyordu. Kesif bir koku vuruyordu lodosun ciğerlerine. Enlem boylam bilmeyen kaptanlar yer seçiyordu haritadan. Çağın öteki yüzünde coğrafi keşifler yapılıyor, köleler pazarlanıyordu. Durmadan okyanusun göbeğini yemleyenler “Ya Sabır!” çekiyordu.

“Su” isminde yaşlı biri peydah oldu iskeleye. Gelene geçene selam veriyor, dillere destan olmak istiyordu. Aksayan bacağını tuttu güneşin öfkesine. Kavrulmuş insan kalıntılarına eklenmek istiyordu belki de. Sokuldu yanına sıska bir taze. “Buyur Bey’im birine mi baktın?” diye gözlerini süzdürüverdi yaşlı adamın üstünde. “Denize bakıyorum, o bana bakmıyor” diye dudak büktü hafifçe. “Gemiye adam lazım, etrafı temizleyecek, götür getir yapacak birileri lazım.” dedi bütün davetkârlığıyla sıska ve köse.  “Adama da gemi lazım.” diye cevap verdi Kızılderili bilgelere benzeyen adam. “Benim adım Su, babam koymuş adımı. Neden sonra öğrendim ben de. Hiç deniz görmemiş hayatında ama sevdası olmuş açılıp gitmek köksüzlüğe. Ben doğunca Su diyelim buna ne çıkar demiş. Tabi ayıplamış ahbapları. Oğlana “su” olur mu hiç, bir yudumda dikerler bunu diye söylenmişler. O günden beri suyun kenarına gelirim. Bir gitmek aşkıdır kavurur içimi, ne yaptıysam da binemedim gemilere.” demiş Su.

Zamanın nereden büküleceği belli olmaz. Kıraat ehli bir papağan “müjde” vermiş maviliğe. Beklenen kurtarıcının haberi tez duyulmuş çın çın taşlarında. Sonunda “Su” suya kavuştu. Güneş telaşından tersine doğuverdi. Kıtlık bitti, savaş gemilerinde toplar patladı. Zor yürüyordu güvertede ama eski topraktır, toprak tanır onu. Deniz de tanıyacak göğsüne bastıracak ve hayat suyunu verecektir elbet. Bir oraya bir buraya köçekleşti yarı yaşında adamlara. Bunca yıl sabır dizili taşı çatlamadı. İnsan bu, yarılır bazen baştan başa. Teri kara damladı vernikli ahşaplara. Sildi durdu, durdu sildi, sildi… Gıkını çıkarmadan aylarca vedalaştı gün ölümünde. Bir mendili vardı; başına yakın, cebine komşu. Sallayıp durdu kollarını köpükleri çatlatırcasına. Bir yer vardı ama başka yer yoktu. Severdi ağaçların gövdesine alnını sürmeyi. Aylardır ağaçlar yoktu, zakkum kokusu burun direğinden hicret etmişti.

Bir insan kolay yetişmiyor. Anneler emziriyor, düşman vuruyor, üstüne basılıyor. -Dertler bir yana dursun.- kimseyi incitmemişti. Belki unutmuştur. O kadar… İnsan direne direne büyüyor. Su, çok büyümüştü. Belleği Afrika’dan daha geniş, bahçesi yaşlıydı. İçinden konuşuyor, dışından taşıyordu. Dümeni tutmak istiyordu söz geçiremediği kendiliğiyle. “Bir gün, dedi. Bu dümeni alacağım sonsuz denizlerle kucaklaşacağım.”

Bir sabah gün doğum sancısı çekiyordu. Kocakarı ilaçlarını merhem edip yüzü suyu hürmetine sürdü. Çıt çıkmıyordu koca gemiden. “Nerede bu sürgün dilsizler?” diye söylendi durdu. Sanki deniz yarıldı içine girdiler. Önceleyin telaşlandı, sonra bir rahatladı. “Herhalde denizkızlarını gelin ettiler, alladılar, pulladılar, süsledi kafirler.” diye homurdandı. Geminin kıçında üç beş tur attı. Çapayı yokladı meraklı bir oğlan çocuğu gibi. Kandaşını uçurumdan çeker gibi çekti. -Görülmüş şey değildir.- Çapa koyverdi kendini kapkara ellere. “Ya sabırlar” çekti tilavetinde. Çapayı değil dünyayı çekti. Bir daha çekti yıldızları gövdesine. Gemi usulca süzüldü çarşaflarda. Muzaffer bir komutan gibi yürüdü kaptan köşküne. Bütün saraylardan daha saray, yaratılmış bütün tahtlardan daha saltanatlıydı. Baktı uzaklara dürbün gözüyle. Kıracaktı dümeni “yelkenler fora” diye eşlik edecekti ona sümsük kuşları. Hep ileri gidecek, asla yarım gönüllerin kafesine girmeyecekti.

Aradan an’lar geçti. Aborjin içgüdüsü bir ada tahayyül etti. Çekti nefesini ayak diplerine kadar. Sur’a üfler gibi savurdu gençliğini. İlkin gözüne zakkumlar gözüktü. Seneler evvel gördüğü dostuna sarılır gibi selamladı başıyla. Sonra kayalıkları gördü. Uzattı denize kollarını, kürek mahkumlarını kıskandırarak çekti suyu geriye. Gemi adaya yanaştı. Su, Toprağa kavuştu. Kumsalında bir çiçek yetiştirmek istedi. Çiçekler tuzu sevmez, o da yapraksız bir gölge düşlemezdi. Bir çağ kapatıp bir çağ açmak istiyordu. Bir çağı kapattı. Şişe vurdu sahiline. Koştu, üfledi, kağıdı kelebek etti. Ayakları delikanlı çağlarındaki gibi dipdiriydi. Kolları tabiatı kucaklayacak kadar güçlü, dişleri ilk insanlar kadar keskindi. Bir koşu tepeye çıktı yalınbacak. Elleriyle kazdığı toprağı. Durmadan kazdı. Öyle bir çukur açtı ki hayat sığardı içine. İçine bir tas su döktü. Babasına rahmet etti, toprağı örttü. Kaldırdı ellerini tüm direnenlerin hatrına. Su, göğe kavuştu. Denizin sonsuz aşkına bıraktı kendini. Denizkızlarına kaçamak bir bakış attı dipte. Süzüldü, süzüldü, su üzüldü.

ANIL TOPÇU

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

ADN Bilişim Tarafından Tasarlandı