BAHÇEDEKİ
Dünyayı ortasından yarmak üzereyken beklemeyi göze aldığını hatırladı. Nihayetinde ceviz ağacı diken kendini ekmiş sayılır. Her darbesinde daha da derine indi. Birkaç yüzyıldır nefes almayanlara göz göze geldi, hepsine selam verip sıkıca sarıldı. Kökleri toprağına karışınca durdu. Dipleri tepeledi. Aklandı. Paklandı. İnandı. Bağdaş kurdu. Koku burnuna vurdu. Efsaneye göre Nihal Hanım; yeryüzünde zuhur edince gezegenlerin yörüngesi değişir, su tersine akar, diller tutulurmuş. Bahçeye kendisinden önce haberi geldi, kuşlar alabildiğince çığrıştı. Güney yarımküreden taze gelen rüzgâr ayağının tozuyla parmaklarına yanaştı. Bazı ortancalar ilk önce görebilmek için birbirini ezdi. İhsan Bey, bu keşmekeşin içinde hafifçe doğruldu. Kırkikindi yağmurlarını avuçladı ve sadece teslim olmaya hazırlandı. Gözleri değdi yüzüne. Güneş damladı bahçeye. Her şey yerli yerine geldi, insan gövdesine kondu. Kolları yaratılmışların biraz üstünde kapılar gibi açık kaldı.
Sınıf farkını göğsünü gere gere ilan ettiği afilli saatine bakıp duruyordu. Fiyakası yerinde, Yeşilçam aktörlerini kıskandıracak gösterişte camekana yansıyan görüntüsünü seyretmeye başladı. Öyle beğeniyordu ki kendini nergis çiçeği yanında mütevazı sayılırdı. Bir yandan da sürekli zamanı kontrol ediyor ve bekletilme ihtimaline karşı kibirlenmiş kaşlarını yukarı aşağı çekiyordu. Olur da ekilirse bunu gururuna yediremez, belki de arsız bir falcıya dönüşürdü. Öfkesi ile boğuşmak üzereyken beklenen haber geldi. Nihal Hanım, adımını sokağın gövdesine attı. Birkaç damla yağmurun çamurla bütünleşmesini seyredip zarafetin ince dişlerine gülümsedi. Anlatılanlar elbette onun da kulağına gelmişti ancak her şeyi yerli yerinde görmek başka bir haz veriyordu. Yüz yüze gelince zaman kıvraklaşırdı. Yüz yüze geldi, yansımasında kendini kalayladı. Dik duruşunun arkasındaki eğri gösterişle ellerine uzandı Nihal Hanım’ın. “Ay tutulurken bir parçasını ellerine bırakmış” derlerdi. Emin olmak için tekrar tekrar baktı, tekrar tekrar savruldu. İncecik parmakları dudaklarında karşıladı. Filmlerde böyle yaparlardı, gördüklerini yaptı. Hiçbir şey konuşmadılar, yol aldılar.
Hiç alışık olmadığı yerlerde tedirgin adımları omuzlarına yansırdı. Nihal Hanım, kendini yabancı hissettiğini bu sefer göz kapaklarıyla ifade ediyordu. Art arda kırptıkça bir huzursuzluk yayıldı yeryüzüne. Karşısındaki tuhaf gülümseme ile cebelleşiyor ve galip-mağlup denklemine dokunmak istemiyordu. Ardından sandalyesi çekildi ve hazırlanmış bir kol hareketiyle yerine davet edildi. Her şey kusursuzca çizilmiş ve planlanmışa benziyordu. Bunca hazırlanmış curcuna, panayırın ortasında bir gösteriş kuklasını andırıyordu. Nihal Hanım’ın gözlerine bir zapt girişimi vardı. Hazır olduğunu anlayınca iki parmağını birleştirip garsonu çağırdı. “İnsanlar insanları parmaklarıyla çağırmamalı, sessizce davet etmeli.” diye geçirdi içinden. Garsonun “Hoş geldiniz efendim, ne arzu edersiniz?” sorusu karşısında kabuğuna çekilip içine doğru çöktü. Nihal’in karar vermediğini anlayınca “Karar verince seni çağırırız.” Buyurganlığını bıraktı masaya.
“Ne yemek istersin?”
“Bilmem ki, karar veremedim.”
“Ben ikimizin yerine seçeyim mi?”
“Nasıl istersen.”
Elindeki menüye göz gezdirirken coğrafi keşiflerin sorumlusu bir kaptan gibi kendinden emindi. Her adanın kıyısı aynı zamanda başka bir sömürüyle sonuçlanırdı. Yemekleri seçti, Kızılderililere silahlar çekti. İki parmak beş parmağa dönüştü. Üstelik bir bilek hareketiyle bir imparatorluğun derebeyi gibi garsonu tekrar çağırdı. Üzerinde hüküm kurduğunu belli ederek yemekleri hangi sırayla ve nasıl getireceğini anlattı. Nihal Hanım, olup bitenleri sakince seyrediyor ve kendini hiçbir yere ait hissedemiyordu. Neden orada olduğunu sorup duruyor ancak belli ki bir limana sığınmak istiyordu. İnsana bazen sahip oldukları yetmez, daha fazlanın hayalinde sahtece silikleşirdi.
Sesini davudi bir tona alıp kalenin bütün askerlerine meydan okuyordu. Lafı istediği yere getirme konusunda üstüne yoktu. Bütün gece öyle yaptı, bir pazarlama ustası gibi yıllardır ezberden konuştuklarını masaya sundu. Zamanın gergefi bir hayli gerilmiş, üzerine işlenen motiflerde sadece dikiliyordu. İçinde hiçbir samimiyet barındırmayan düz ve isli motiflerle… Yemekler yendi. Masa doldu. Sözler düştü. Kuşlar göçtü. Yalanlar kaldı. Kazandı. Kaybetti.
Sabah, bütün yorgunluğuyla geceyi tersledi. Nihal Hanım, gözüne batan kirpiklerden oldukça rahatsız olmuştu. Tam otuz yıldır bir ağrıyla uyanıyor ve eklemlerini ovuyordu. Hangi doktora gittiyse hep aynı cevabı aldı “Yıllar…” Bu kadar insan hep bir ağızdan aynı şeyi söylüyorsa bir bildikleri vardır diye geçirdi içinden. “Biraz yürüsem belki açılırım.” dedi kendi kendine. Güneşe dahi saygısı olmayan bu adam uyandırıcılığı es geçip inadına yastıkta kaldı. Dibinde ekşimiş tortuları seyreden Nihal Hanım bir ara aksini gördü. “Yıllar önce o hiç benimsemediği ve hiçbir hücresini ait hissetmediği restorandan çıkıp gitseydi her şey başka olurdu.” diye düşündü. Dile kolay tam otuz yıldır içine hapsolduğu çemberde bir kıyamet çığlığı atıyor ancak kendisi dahil sadece sağır bir çalgıyı andırıyordu. Ne zaman şafak sökse içinde bir şeyleri unuttuğuna dair bir huzursuzluk uyanıyordu. Her gün düşündü ama bulamadı.
Orman yolundan yürürken bazı şeyler kolaylaşıyordu. Bir kitapta okumuştu, yürümenin de bir felsefesi varmış. İnsanların yuva dediği ama içinde hiç var olmadığı tuğla yığını gözden kaybolunca kirpikleri rahatlamaya başladı. İçinden atamadığı sancının adını koyamadığı için ona artık “İyi davranma, iyilikte bulunma.” diyordu. Elbette bunun sebebini bulacaktı ama yürünecek yol uzun, sorulacak soru çoktu. Hafiften başlayan yağmur yüzüne vurunca bir titreme geldi ellerine. Sokağın ortasında tutulmuş ellerine yabancılaştı önce. Bir yabancının bütün yabaniliğinde “Evet” demişti her şeye. Küstah bir işaretinin hücumunda yok olmuştu. Onu tanıyanlar bilirdi “Çok şey istemezdi.” Çok şey istemedi, kör bir limana demirledi. Hiç böyle bir hayatı hayal etmedi. Her şeyi bir yerde durdurabilirdi, tekillikte edilgen kaldı. Birkaç damla tuzu bıraktı toprağa. “Çiçekler küstü.” diye duydu. Yıllardır anlatılan efsanesi artık kulaklarda yoktu. Tekrar duymak için adımlarını hızlandırdı. Sadece yürümek istiyor, havaya karışmak istiyordu. Bütün pişmanlıkları yakasında kaçışlar dudaklarındaydı.
Yürüdü. Durdu. Koştu. Aradan birkaç mevsim geçti. Sonunda bir bahçeye vardı. Bir ceviz ağacının altında oturan adamı gördü. Önce bir çığlık yükseldi. Gücüne gitmişti kuşların. Burada tam otuz yıldır bekliyorlardı. İhsan’la bir göz çukurunda eşitlendiler. “Cevizler büyüdü, seni beklerden düştüler, ben düşmedim” dedi. Nihal neyi unuttuğunu hatırladı. Dizlerinin üstüne çöktü, yutkundu.
“Her gün başka bir sancıyla uyandım. Ne zaman sağıma dönsem kimsesizlik vurdu yüzüme. Bir beden vardı ama içinde huzur yoktu. Çok düşündüm, neden böyle bir hayatın iliklerindeyim diye. Bir gün benimle ilgili anlatıları duydum. Masal kitaplarına girmişim, çok mahcup oldum. Ben seni burada unuttum.”
Nihal eline küreği aldı. Her darbesinde daha da derine indi. Birkaç yüzyıldır nefes almayanlara göz göze geldi, hepsine selam verip sıkıca sarıldı. Kökleri toprağına karışınca durdu. Dipleri tepeledi. Aklandı. Paklandı. İnandı. Bağdaş kurdu. Koku burnuna vurdu. Bahçeye kendisinden önce haberi geldi, kuşlar alabildiğince çığrıştı. Güney yarımküreden taze gelen rüzgâr ayağının tozuyla parmaklarına yanaştı. Bazı ortancalar ilk önce görebilmek için birbirini ezdi. İhsan Bey, bu keşmekeşin içinde hafifçe doğruldu. Kırkikindi yağmurlarını avuçladı ve sadece teslim olmaya hazırlandı. Gözleri değdi yüzüne. Güneş damladı bahçeye. Her şey yerli yerine geldi, insan gövdesine kondu. Kolları yaratılmışların biraz üstünde kapılar gibi açık kaldı. İhsan çukurda kaldı.
ANIL TOPÇU
Bir yanıt yazın